Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mü-
kemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gi-
bi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla be-
raber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kal-
maları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat
ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.
Hem Yahudî milleti hırs ile, riba ile, hile dolabı ile rı-
zıklarını zilletli ve sefaletli, gayrimeşru ve ancak yaşaya-
cak kadar rızıklarını bulması ve sahranişinlerin, yani be-
devîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve
kâfi rızkı bulması, yine mezkûr davamızı kat’î ispat eder.
Hem çok âlimlerin
(HaşİYe 1)
ve ediplerin
(HaşİYe 2)
zekâ-
vetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri
ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyet-
leriyle zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki, rızk-ı
helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve ihtiyâr ile değil.
Lem’aLar | 365 |
o
n
d
okuzuncu
l
em
’
a
kanaatkârâne:
tok gözlülükle kıs-
metine razı bir şekilde.
kat’î:
kesin.
marifet:
bilgi, hüner, yetenek.
medar:
dayanak nokta, kaynak,
vesile.
medar-ı rahat:
rahatlama sebebi.
mezkûr:
zikredilen, anılan.
mükemmel:
kusursuz, tam, ek-
siksiz.
nazikâne:
nezaketle, ince ve hoş
bir şekilde.
Nuşirevan-ı adil:
adaletiyle ün
salmış eski bir İran Sasanî hüküm-
darı.
riba:
faiz.
rızık:
Allah tarafından her canlı için
ayrılmış ve takdir edilmiş olan ni-
met, yiyecek içecek.
rızk-ı helâl:
helâl, temiz rızık.
sahranişin:
göçebe, çölde, çadırda
yaşayan.
sebeb-i meşakkat:
meşakkat, sı-
kıntı ve zorluk sebebi.
sefalet:
sefillik, hakirlik, maddî ve
manevî yoksulluk, perişanlık.
semiz:
iri, büyük, yağlı, etine dol-
gun.
suret:
tarz, şekil, biçim.
tevil etme:
izah etme, yorum-
lama.
teyit eden:
destekleyen, doğrula-
yan.
ulema:
âlimler, bilginler.
ümera:
amirler, padişahlar.
vaziyet:
durum, hâl.
vaziyet-i kanaatkârâne:
kanaat-
kârâne vaziyet, kısmetine razı bir
şekilde.
vesika:
belge, ruhsat.
vezir:
padişaha bakanlık, valilik
yapan kimse.
zarif:
zerafetli, güzel, şık.
zekâvet:
zekilik, çabuk anlama,
kavrama kabiliyeti.
zeki:
zekâ varlığı bulunan.
zillet:
hor görülme.
HaşİYe 1:
İran’ın âdil padişahlarından nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca
meşhur âlim olan Büzürcmehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “neden
ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görün-
müyor? Hâlbuki, ilim, emaretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ule-
manın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera cehlinden ilmin
kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema
ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera ka-
pısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletleri-
ne sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir suret-
te tevil ederek nazikâne cevap vermiştir.
Hüsrev
HaşİYe 2:
Bunu teyit eden bir hâdise: Fransa’da ediplere, iyi dilenci-
lik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor.
Süleyman Rüştü
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
âdil:
adaletli.
âlim:
ilim sahibi, bilgin.
bedevî:
göçebe, şehirden
uzak, dağda, kırda yaşayan.
cehlinden:
cahilliğinden, bilgi-
sizliğinden.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
edip:
edebiyatçı, güzel ve sa-
natlı söz söyleyen veya yazan
kimse.
emaret:
amirler, yöneticiler.
fakr:
fakirlik, yoksulluk.
fakr-ı hâl:
fakir olma hâli, yok-
sulluk.
fevkinde:
üstünde.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki.
gayr-i meşru:
helâl olmayan,
dinen yasaklanmış olan, ha-
ram.
hâdise:
olmuş, olay.
haşiye:
dipnot.
hile:
aldatmaya, kandırmaya
yönelik tertip, düzen, desise.
hırs:
aç gözlülük, kanaatsizlik,
gözü doymazlık.
iftikar:
fakirliğini gösterme,
açığa vurma, kulun Allah’a
karşı ne derece fakir, muhtaç
olduğunu göstermesi.
ihtiyâr:
tercih, kendi istek ve
arzularına göre hareket etme,
hür irade.
iktidar:
güç yetme, bir işi ya-
pabilme gücü.
iktidarsız:
güçsüz, kuvvetsiz.
ispat etme:
doğruyu delil gös-
tererek meydana koyma.
izzet:
değer, itibar, şeref.
kâfi:
yeterli, yeten.
kanaat:
kısmetine razı olma,
elindekiyle yetinme, tok göz-
lülük.
kanaat:
kısmetine razı olma,
göz tokluğu.