var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mü-
kerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir
ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kıs-
mı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. lillâhilhamd, on-
lardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle ba-
na kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halk-
lara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu
olan “nâstan istiğna” mesleğini bozmadı.
evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve
sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar
olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet,
namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye muka-
bil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. demek,
manevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.
eğer iktisat edip hacat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve
hasretse,
(1)
o
Ú/
àn
Ÿr
G p
Is
ƒo
?r
dGho
P o
¥Gs
Rs
ôdGn
ƒo
g %G s
¿
p
G
sırrıyla,
(2)
Én
¡o
br
Rp
Q $G n
¤n
Y s
’p
G ¢p
Vr
Qn
’r
G p
‘ m
á s
`H B G n
O r
øp
e Én
en
h
sarahatiyle, um-
madığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü
şu ayet taahhüt ediyor.
evet, rızık ikidir:
Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu ayetin
hükmü ile, o rızık taahhüd-i rabbanî altındadır. Beşerin
sû-i ihtiyârı karışmazsa, o zarurî rızkı her hâlde bulabilir.
ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur
olmaz.
arz-ı hacet:
ihtiyacını bildirme.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
bereket:
bolluk, hayır.
beşer:
insanlık.
cây-ı dikkat:
dikkat çekici, ilginç.
düstur:
kaide, kural, prensip.
feda etme:
gözden çıkarma, uğ-
runa verme.
hacat-ı zaruriye:
zorunlu ihtiyaç-
lar, gerekli ihtiyaçlar.
hakikî:
gerçek.
halk:
insanlar.
hasretmek:
bir şeyi içine almak,
yalnız bir şeye has kılmak.
haysiyet:
şeref, onur, itibar.
hüküm:
emir; hükmüyle; emriyle.
ihtisar:
kısaltma, özetleme, gerek-
siz kısımları çıkarma.
iktisar:
sınırlandırma, kısma.
iktisat etmek:
tutumlu olmak, sa-
çıp savurmaktan kaçınmak.
iktisat:
tutumluluk, gereğinden
fazla veya az harcamaktan ka-
çınma.
israfat:
israflar, saçıp savurma, ge-
reksizce harcamalar.
istiğna:
tok gözlülük, Cenab-ı Hak-
tan başka kimsenin minneti altına
girmeme, Ondan başkasına ihtiya-
cını arz etmeme.
izzet:
değer, itibar, şeref.
kâfi:
yeten, yeterli.
kanaat:
göz tokluğu, elindeki ile
yetinme
Lillâhilhamd:
hamd Allah’a mah-
sustur, övgü, medih, minnet şükür
yalnız onadır.
maddî:
para, mal vb. şeylerle il-
gili.
manen:
mana bakımından, ma-
naca, manevî yönden.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mecbur etme:
zorlama.
medar:
sebep, kaynak, vesile.
menhus:
uğursuz, kötü.
meslek:
tutulan yol, davranış tarzı.
mukabil:
karşılık.
mukabilinde:
karşılığında.
mukaddesat-ı diniye:
dince kut-
sal ve mübarek sayılan şeyler.
musırrâne:
ısrarla, ısrar ederek.
mükerrer:
tekrarlı, tekrarlanan.
namus:
şeref, iffet, ahlâk, doğruluk
gibi olan yüksek değerde özellik-
ler.
namzet:
aday.
nâs:
insanlar.
rızık:
Allah tarafından her canlı
için ayrılmış ve takdir edilmiş
olan nimet, yiyecek içecek ve
giyecek ile ilgili şeyler.
rüşvet:
doğru ve hak olmaya-
nın geçerli olması için verilen
şey, değer.
sarahat:
sarihlik, açıklık.
sefalet:
sefillik, yoksulluk, pe-
rişanlık, düşkünlük.
sır:
gizli hakikat, bir şeyin dik-
kat, tecrübe, yetenek ve sezgi
yardımıyla kavranabilen en
zor yanı.
sû-i ihtiyâr:
kötü seçim.
taahhüd-i rabbanî:
Allah’ın
bütün varlıkların ihtiyaçlarını
kendi idaresi altında alma ga-
rantisi.
taahhüt etmek:
garanti
verme, üzerine alma.
umma:
ümit etme, bekleme.
zarurî:
mecburî, zorunlu.
zekât:
İslâm’ın beş şartından
biri olan, mal veya paradan
kırkta birinin muhtaçlara ve-
rilmesi.
zillet:
hakirlik, horluk, aşağı-
lanmak.
1.
Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır. (Zariyat Suresi: 58.)
2.
Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.
(Hûd Suresi: 6.)
o
n
d
okuzuncu
l
em
’
a
| 358 | Lem’aLar