mukabilindeki alacakları maişet noktasındaki maddî üc-
ret ve hubb-i câh ve şan ve şeref noktasında teveccüh-i
nâstan alacakları
(HaşİYe)
manevî ücret taayyün etmiş, ay-
rılmış. Müzaheme ve münakaşayı ve rekabeti intaç ede-
cek derecede bir iştirak yok. onun için, bunlar ne kadar
fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler.
Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise,
bunların her birisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muac-
cel ücretleri de taayyün ve tahassus etmediği ve her biri-
nin makam-ı içtimaîde ve teveccüh-i nâsta ve hüsn-i ka-
buldeki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çoklar
namzet olur. Maddî ve manevî her bir ücrete çok eller
uzanabilir. o noktadan müzaheme ve rekabet tevellüt
edip vifakı nifaka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder.
İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ihlâstır. Yani,
hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın ha-
tırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmekle,
(1)
$G n
¤n
Y s
’p
G n
…p
ôr
Ln
G r
¿p
G
sırrına mazhar olup, nâstan
HaşİYe:
İhtar:
teveccüh-i nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de
onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer. Şan ve şe-
ref arzusuyla teveccüh-i nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssız-
lık yüzünden gelen bir itap ve bir mücazattır. evet, amel-i salihîn haya-
tı olan ihlâsın zararına teveccüh-i nâs ve şan ve şeref, kabir kapısına
kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil, kabrin öbür tarafın-
da azab-ı kabir gibi nahoş bir şekil aldığından, teveccüh-i nâsı arzu et-
mek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin
ve şan ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!
amel-i salih:
Allah için yapılan iyi
işler; emir doğrultusunda hareket
etmek, maddî ve manevî kul hak-
larını yerine getirmek.
ashab-ı ilim:
ilim sahipleri, âlim-
ler.
azab-ı kabir:
kabir azabı, şiddetli
elem.
ehl-i din:
dindar, dinine bağlı olan-
lar.
enaniyet:
kendini beğenme, ben-
cillik, gurur.
erbab-ı tarikat:
kendini tarikate,
tasavvufa verenler.
fena:
kötü, zararlı.
galip gelmek:
üstün gelmek, yen-
mek.
hakkın hatırı:
doğrunun, asıl ve
esas olanın değeri.
hakperest:
doğruluktan ve haktan
ayrılmayan, hak ve doğruluğu
ciddî seven.
haşiye:
dipnot.
hubb-i câh:
makam, mevki sev-
gisi.
hüsn-i kabul:
güzel bir kabul gör-
mek.
ihlâs:
samimiyet, bir işi, bir ameli,
başka bir karşılık beklemeksizin,
sırf Allah rızası için yapma.
ihlâssızlık:
samimiyetsizlik, bir işte
Allah rızasını gözetmemek.
ihtilâf:
uyuşmazlık, fikir ayrılığı.
intaç etme:
netice verme, sonuç-
landırma.
iştirak:
ortaklık etme.
itap:
paylama, azarlama.
ittifak:
fikir birliği, uyuşma, bir-
leşme.
kulakları çınlasın:
düşünsünler,
ders alsınlar; anılan kimse için söy-
lenir.
lezzet-i cüz’î:
cüz’î lezzet, pek az
bir lezzet.
maddî:
madde ile alâkalı, para,
mal v.b. şeylerle ilgili.
maişet:
yaşama, geçim kaynağı.
makam:
mevki, yer, derece.
makam-ı içtimaî:
sosyal hayattaki
mevki, makam.
manevî:
manaya ait, mana yö-
nünden.
maraz:
hastalık.
mazhar olmak:
ulaşmak, elde et-
mek, şereflenmek.
muaccel:
peşin hemen verilen.
mukabil:
karşılık.
muvakkat:
geçici, fânî.
mücazat:
cezalandırma.
münakaşa:
tartışma, atışma, kar-
şılıklı sözle çekişme.
müthiş:
dehşetli, ürkütücü, kor-
kunç.
müzaheme:
birbirine zahmet ve
sıkıntı vererek hareket etme.
nahoş:
kötü, hoş olmayan.
namzet:
aday.
nâs:
insanlar.
nefis:
kulun kötü ve günah
olan hâl ve huyları, maddî lez-
zetlere yönlendiren aşağılık is-
tekleri.
nefisperest:
nefsin arzularına
aşırı derecede uyan.
nifak:
iki yüzlülük, münafık-
lık.
rekabet:
rakip olma hâli, ya-
rışma, çekişme.
riya:
gösteriş, desinler için ya-
pılan.
şan ve şeref:
tanınma, ün-
lenme, başkalarının gösterdiği
saygının dayandığı kişisel de-
ğer.
şöhretperest:
şöhret düş-
künü, tanınmayı seven.
taayyün:
belli olma, belir-
lenme.
tahassus etmek:
hususî, özel
olarak belirlenmek.
tebdil etme:
değiştirme, dön-
üştürme.
teveccüh-i nâs:
insanların il-
gisi, insanların insana değer
vermesi, insanların ilgisi, yö-
nelişi.
tevellüt etme:
ortaya çıkmak,
doğmak.
vifak:
aynı düşüncede olmak-
tan gelen uyum, uygunluk,
birliktelik.
1.
Benim mükâfatımı ancak Allah verir. (Yunus Suresi: 72; Hûd Suresi: 29; Sebe’ Suresi: 47.)
Y
irminci
l
em
’
a
| 372 | Lem’aLar