eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler ha-
yatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulakları-
na girer. eğer rıza-i İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere
hayat vermezse, dinlenilmez. sevap da yalnız ağızdaki ke-
limeye münhasır kalır. seslerinin ziyade güzel olmadığın-
dan, dinleyenlerin azlığından sıkılan hafızların kulakları
çınlasın!
DörDüNCü SeBeP
ehl-i hidayetin rekabetkârâne ihtilâfı, akıbeti düşünme-
mekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalâletin
samimâne ittifakları, akıbetendişlikten ve yüksek nazar-
dan değildir. Belki ehl-i hidayet, hak ve hakikatin tesiriy-
le, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak, kalbin ve aklın dû-
rendişâne temayülâtına tâbi olmakla beraber, istikameti
ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı
muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar. ehl-i dalâlet ise,
nefsin ve hevanın tesiriyle, kör ve akıbeti görmeyen ve
bir dirhem hazır lezzeti bir batman ilerideki lezzete tercih
eden hissiyatın mukteziyatıyla, birbirine samimî olarak,
muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için şiddetli ittifak
ediyorlar.
evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında
aşağı, kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihat edi-
yorlar. ehl-i hidayet, ahirete ait ve ileriye müteallik seme-
rat-ı uhreviyeye ve kemalâta, kalb ve aklın yüksek düstur-
larıyla müteveccih oldukları için, esaslı bir istikamet ve
tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir ittihat ve
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp sonsuz devam edecek
olan ikinci hayat.
akıbet:
nihayet, sonuç.
akıbetendişlik:
gelecekle ilgili en-
dişeye kapılmak.
batman:
8 kg. karşılığında bir ağır-
lık ölçüsü.
dirhem:
üç gramlık eski bir ağırlık
ölçü birimi.
dûrendişâne:
ilerisi için kaygıla-
nırcasına.
dünyevî:
dünyaya ait, dünya ile
ilgili.
düstur:
kaide, kural, prensip.
ehl-i dalâlet:
doğru yoldan çıkan-
lar, azgın ve sapkın inançsız kim-
seler.
ehl-i hidayet:
hidayette ve doğru
yolda olanlar, iman etmiş kimse-
ler.
esas:
asıl, temel prensip.
fedakârâne:
fedakârca, özverili bir
biçimde.
gayet:
son derece, çok.
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen
ezberleyen ve okuyan kimse.
hak:
doğru, gerçek.
hakikat:
gerçek, bir şeyin aslı
esası, iç yüzü.
heva:
istek, nefsin zararlı arzuları.
hissiyat:
hisler, duygular.
ihlâs:
samimiyet, bir işi, veya iba-
deti başka bir karşılık beklemek-
sizin, sırf Allah rızası için yapma.
ihtilâf:
anlaşmazlık, uyuşmazlık,
fikir ayrılığı.
istikamet:
doğruluk, dürüstlük.
ittifak:
anlaşma, uyuşma, bir-
Y
irminci
l
em
’
a
| 378 | Lem’aLar
leşme.
ittihat etme:
birleşme, birlik
oluşturma.
kasr-ı nazar:
kısa ve dar gö-
rüşlü olma.
kemalât:
faziletler, mükem-
mel özellikler.
makam:
mevki, derece.
menfaat:
fayda.
muaccel:
peşin, hemen veri-
len.
muhafaza:
koruma.
mukteziyat:
bir şeyi gerekli
kılan, iktiza eden şeyler.
münhasır:
bir şeyle sınırlan-
mış; kişiye özel.
müteallik:
alâkalı, bağlı.
müteveccih olmak:
bir tarafa
yönelmek, teveccüh etmek.
nazar:
bakış, fikir, görüş.
nefis:
insanı kötü ve yasak
olan zevklere yönelten istek
ve duyguları.
nefisperest:
nefsin arzu ve is-
teklerine aşırı derecede uyan.
niyet-i sadıka:
doğru, gerçek
ve içten olan iyi niyet.
rekabetkârâne:
rakip olarak,
yarışır gibi.
rıza-i İlâhî:
Allah’ın rızası, hoş-
nutluğu.
ruhanî:
gözle görülmeyen,
cismi olmayan, manevî varlık-
lar.
samimâne:
içten, gönülden
gelerek.
semerat-ı uhreviye:
ahirete
ait meyveler, neticeler.
sevap:
hayırlı işlerin karşılığı,
ödül.
tâbi olmak:
uymak, boyun
eğmek.
temayülât:
meyiller, istekler.
tesir:
etki; iz bırakma.
ziyade:
daha çok, fazla.