sultanlarla köleleri, asilzadelerle âhad-i nâsı müsavi tu-
tan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususuyla,
bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyun-
ca adalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sa-
irenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu bîçare
beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve
adalet tarihimiz, bunun binlerle misaline şahittir.
ezcümle, bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurun-
da iftiharla arz etmek isterim ki, meşhur İslâm seyyahı ve
tarihçisi evliya Çelebi, seyahatname’sinde diyor ki:
“İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin
huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir rum mimarı
arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:
“Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer
sütunu Fatih, bir rum mimarına teslim eder. Mimar da,
Fatih’in arzusunun hilâfına olarak, bu sütunları üçer ar-
şın kesip kısaltır. Fatih, cezaen rum mimarının elini kes-
tirir. rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun
üzerine mahkemeye celp edilen Büyük padişah, baş kö-
şeye geçmek istemiş. Birdenbire hâkimin şu ihtarıyla
karşılaşmış: ‘oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î
olacaksın; ayakta beraber dur!’
“Hızır Bey Çelebi, bu koca şanlı padişah-ı maznuna,
haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi olduğu-
nu ve elinin kesileceğini bildirir.
adalet-i Kur’âniye:
Kur’an adale-
ti, Kur’an’ın hakı hukuku gözet-
mesi.
alâkadar:
ilgili.
aziz:
izzetli, muhterem, saygın.
ecdat:
dedeler, büyük babalar,
atalar.
fedâ:
uğruna verme.
feyz:
bolluk, bereket, verimlilik.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikî:
gerçek.
hâlen:
şimdiki hâlde, şu anda.
hasebiyle:
.
haşmetli:
ihtişamlı, gösterişli, hey-
betli.
hizmet:
görev, vazife.
huzur-i mahakim:
mahkeme hu-
zuru, duruşma anı.
hükümdar:
padişah, hüküm sahi-
bi, en yüksek reis. imparator.
kısas:
bir suç işleyenin aynı şekil-
de cezalandırılması.
kıymet:
değer.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan:
Açıkla-
malarıyla, akılları “benzerini yap-
mak”tan aciz bırakan Kur’ân-ı Ke-
rim.
mahkûm:
hüküm verme.
makam:
yer, mevki.
memnuniyet:
memnunluk, se-
vinçli oluş.
merbutiyet:
bağlılık, mensup
oluş, mensubiyet, eklilik.
mevcudiyet:
mevcut olma, varlık.
misal:
benzer, örnek.
mübarek:
feyizli, bereketli.
mümessil:
temsil eden, temsilci.
müsavi:
eşit.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
semavî:
semaya ait, gökten gelen.
sevk:
yöneltme, gönderme.
sürur:
sevinç, mutluluk.
şan:
şöhret, ün.
şan:
şöhret, ün.
tazminat:
tazminler, zarar öde-
meler.
tefsir:
Yorum, şerh.
tereşşuhat:
damlamalar, sızıntılar.
tevarüs:
birinden diğerine ırsî ola-
rak geçme.
ulviyet:
ulvilik, yücelik, yükseklik.
ziyade:
çok, fazla.
İşaratü’l-İ’caz | 449 |
B
ir
m
üdafaa
ne.
hususiyle:
özellikle.
iftihar:
gurur, övünme.
ihtar:
dikkat çekme, hatırlat-
ma, uyarı.
inşa:
yapma, bina etme, kur-
ma.
kadı:
islâm ülkelerinde her
türlü davalara şeriat ölçüleriy-
le hüküm verme işlerine ba-
kan memur, hâkim.
kısas:
bir suç işleyenin aynı
şekilde cezalandırılması.
makam:
yer, mevki.
misal:
benzer, örnek.
muhakeme:
duruşma.
mukabil:
karşılık.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
mübeccel:
tebcil edilmiş, yü-
celtilmiş, aziz kılınmış, saygı
gösterilmiş, ululanmış.
mürafaa-i şer’î:
şer’î duruşma;
şer’î mahkemede yüz yüze
gelip muhakeme olma.
müsavi:
eşit.
padişah-ı maznun:
zan altın-
da bulunan, kendisiden şüp-
helenilen, suçlu olduğu iddia
edilen padişah.
sahife:
sayfa.
saltanat:
sultanlık, padişahlık,
hükümdarlık.
seyyah:
gezgin, gezici.
şan:
şöhret, ün.
tâbi:
boyun eğen, uyan, itaat
eden.