o hâlde kur’ân okundukça, o da okunacaktır. risale-i
nur, mücevherat-ı kur’âniye hakikatlerinin sergisidir, pa-
zarıdır. Bu ulvî pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar.
Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.
Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki: Mak-
sadımız imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir,
kur’ân’a hizmettir. Ahirete müteveccih olan bir hâl ise,
hiçbir günâ suç mevzuu olamaz. Mütemadiyen şikayette
bulunduğumuz o gizli din düşmanları, türlü türlü entrika-
larla, tertiplerle, iz’açlarla bizleri bu kudsî vazifeden me-
netmeye uğaşmaktadırlar. Bizler ise bu kudsî yolda
kur’ân ve iman için her şeyimizi fedaya seve seve hazı-
rız. değil dünyevî ıztıraplar cehennemi azaplar da veril-
se, bıçaklarla da doğransak, en müthiş ölümlere de ma-
ruz bırakılsak, asırlar boyunca milyonlar mübarek ecda-
dımızın feda-i can ettikleri bu kudsî hakikate, bizim canı-
mız da feda olsun. Bir değil, bin ruhum da olsa, kur’ân
için, iman için hepsini feda etmeye her zaman hazırım.
Şu aziz vatanın taşları, toprakları, abideleri, kubbeleri,
camileri, minareleri, mezar taşları, türbeleri kur’ân’ın
tebliğ ettiği zemzeme-i tevhidi haykırıyorlar. İman ve
kur’ân’ın ezelî nurunu, atom zerratına kadar nüfuz edip
ilân ettiği tevhid hakikatini, hiçbir kuvvet bu vatanın ve
bu milletin sine-i pakinden silemez.
Muhterem mahkemenizden, yüksek adaletinizden ha-
kaik-ı kur’âniyeyi ve vahdaniyet-i İlâhiyeyi haşmetle ilân
eden ve tevhidi, azamî derecede gösteren risale-i nur
abide:
yadigâr kalacak eser, anıt.
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, hakka-
niyet, âdillik.
ahiret:
öbür dünya, öteki dünya,
kıyametten sonra kurulacak olan
âlem.
azamî:
en fazla, en çok, nihayet
derecede.
azap:
eziyet, işkence; büyük sıkın-
tı, şiddetli acı.
aziz:
izzetli, muhterem, saygın.
dünyevî:
dünyaya ait.
ecdat:
dedeler, büyük babalar,
atalar.
entrika:
bir çıkar sağlamak veya
birine zarar vermek maksadıyla
hazırlanan düzen, dalavere, hile,
desise.
ezelî:
ezel ile ilgili, öncesiz, başlan-
gıçsız.
feda:
gözden çıkarma, uğruna
verme.
feda-i can:
canını feda etme, ca-
nını verme.
hakaik-ı Kur’âniye:
Kur’ân ait
olan ve ondan gelen gerçekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hâl:
durum, vaziyet.
haşmet:
ihtişam, heybet, büyük-
lük.
hizmet:
görev, vazife.
ıztırap:
üzüntü veren bir duru-
mun meydana getirdiği kuvvetli
acı, aşırı elem, azap, sıkıntı.
ilân:
yayma, duyurma, bildirme.
iman:
inanç, itikat.
iz’aç:
rahatsız etme, can sıkma,
baş ağrıtma, bunaltma.
kudsî:
mukaddes, yüce.
maksat:
kastedilen şey; gaye.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
maruz:
uğramak, etkilenmek.
B
ir
m
üdafaa
| 456 | İşaratü’l-İ’caz
maruzat:
arz edilenler, sunu-
lanlar.
mazhariyet:
nail olma, şeref-
lenme.
men:
yasak etme, engelleme.
mevzu:
konu.
mezar:
kabir, ölünün gömül-
düğü yer.
muhterem:
saygı değer, hür-
mete layık, saygın.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
mücevherat-ı
Kur’âniye:
Kur’ân’a ait cevherler, Kur’ân-
ı Kerîm’in içinde bulunan ma-
nevî inciler.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı.
müteveccih:
dönük.
müthiş:
dehşet veren, ürkü-
ten, dehşetli, korkunç.
nüfuz:
söz geçirme, hüküm
sahibi olma.
risale-i Nur Külliyatı:
Bediüz-
zaman Said Nursî’nin yüz otuz
parça risaleden oluşan külliya-
tı.
sine-i pak:
temiz yürek.
tebliğ:
dinî bir emrin kullara
bildirilmesi.
temîn:
sağlama.
tertip:
hile, komplo.
tevhid:
Allah’ın bir olduğuna
inanma, birleme.
türbe:
mezar, kabir.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait.
ulvî:
yüksek, yüce.
vahdaniyet-i İlâhiye:
İlâhî bir-
lik, Allah’ın bir, tek olması.
vazife:
görev.
zemzeme-i tevhid:
tevhit
zemzemesi, birlik nağmesi; Al-
lah’ın birliğinin nağmesi.
zerrat:
zerreler, atomlar.