zarar vermez. Hem de, muvazene-i devleti muhafaza
eden milliyetimiz İslâmiyet’ten başka yoktur. Bizi kendi-
lerine kıyas etmesinler. zira milliyetleri çoktan vicdanî
olan dinlerine galebe çalmış. Hem de onları medenî bili-
riz. Medenîlere ikna ve muhabbetle galebe çalınır. Bahu-
sus, en vahşî zamanlarda, bu kadar edyan ve akvam-ı
muhtelife, ferman-ı
(1)
p
øj
u
ódG?p
a n
?Gn
ôr
cp
G n
’
ile medeniyet-i İs-
lâmiyede masun kalmıştır.
ne vakit cemiyetimizden tevahhuş etseler, meşrutiye-
te adem-i kabiliyetlerini ve vatana hıyanetlerini ve meş-
rutiyeti muvakkat ve gayrimeşru istediklerini göstermiş
olurlar. Hem de ecnebiler bu cemiyet-i ahlâkiye ve mür-
şidâneyi istihsan etmeleri gerektir. zira, eski zamanda
ecnebiler vahşî olduklarından, İttihad-ı Muhammedî on-
ların vahşetine karşı taassup ve husumet göstermeye
mecbur idi. Şimdi onların medenîleşmeleri ile o mahzur
zail olmuştur. zira, din noktasında medenîlere galebe ik-
na iledir. Ve mezhep ve dinin ulviyetini ve mahbubiyeti-
ni fiilen göstermekledir. söz anlamayan bedevîler gibi ic-
bar ve husumetle değildir. Amma, vâesefâ ki; İslâmiyet
ve hamiyet namını taşıyan bazı zevzek ve lâubalîlerin,
“kamerin menfaati, ayyaşlar mehtabında işret etmeye
münhasır ve şemsin faydası, bataklıkta mevadd-ı hasise
taaffün etmeye münhasırdır” diyen eblehler, işret ve
taaffüne mâni olmak için şems ve kamerin men-i tulûu-
na kalkışmaları gibi en mukaddes ve ulvî olan Şeriat-ı
garra ve onun hadimi ve en hakikatli ve uhrevî olan
adem-i kabiliyet:
kabiliyetin ol-
maması, kabiliyetsizlik.
akvam-ı muhtelife:
çeşitli kavim-
ler.
bahusus:
özellikle.
bedevî:
iptidaî tarzda yaşayan,
medenî olmayan.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cemiyet-i ahlâkiye ve mürşidâ-
ne:
ahlâka dayalı irşat cemiyeti.
ebleh:
ahmak, budala.
ecnebi:
yabancı.
edyan:
dinler.
ferman:
emir, buyruk.
fiilen:
fiille, davranış ve hareketle.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
gayrimeşru:
meşru olmayan, ka-
nunsuz.
hadim:
hademe, hizmetçi.
hamiyet:
insanda bulunan din,
millet, bayrak, vatan gibi mukad-
des değerler ile kendi aile ve ya-
kınlarını koruma duygusu ve gay-
reti.
hıyanet:
hainlik, kendine olan gü-
veni kötüye kullanma.
husumet:
düşmanlık.
icbar:
zorlama, zorla ve isteği dı-
şında yaptırma.
istihsan:
güzel bulma, beğenme.
işret etmek:
içkili eğlence yap-
mak.
işret:
içki içme.
ittihad-ı muhammedî:
Süheyl Pa-
şa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa,
Derviş Vahdeti ve arkadaşları tara-
fından İstanbul’da 5 Nisan 1909 ta-
rihinde kurulan bir cemiyet.
kamer:
ay.
mahbubiyet:
sevilen olma duru-
mu.
mahzur:
sakınılacak, çekinilecek
şey; engel, sakınca.
mâni:
engel.
masun:
korunmuş, dokunulmaz.
medenî:
hayat tarzı, bilgi seviyesi
bakımından yüksek durumda bu-
lunan.
medeniyet-i islâmiye:
İslâm me-
deniyeti.
mehtap:
ay ışığı, ay aydınlığı.
menfaat:
fayda.
men-i tulû:
doğuşa engel olma.
meşrutiyet:
bir hükümdarın baş-
kanlığı altındaki millet meclisi ile
idare edilen devlet sistemi.
mevadd-ı hasise:
değersiz ve çü-
1.
Dinde zorlama yoktur. (Bakara Suresi: 256.)
rük maddeler.
mezhep:
dinde tutulan yol,
dinde anlayış ve ibadet yolu.
muhafaza:
koruma.
mukaddes:
takdis edilmiş,
kutsal, aziz, temiz.
muvakkat:
geçici.
muvazene-i devlet:
devletin
dengesi.
münhasır:
sınırlanmış, sınırlı.
nam:
ad.
şems:
güneş.
Şeriat-ı Garra:
parlak ve nurlu
şeriat; İslâm dini.
taaffün:
çürüyüp kokuşma,
kötü koku çıkarma.
taaffün:
kokma, kokuşma.
taassup:
kendi din ve milletini
çok üstün tutma, aşırı bağlılık.
tevahhuş:
korkulu bir şekilde
emin olmayarak bakma.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait.
ulvî:
yüksek, yüce.
ulviyet:
ulvîlik, yücelik, yük-
seklik durumu.
vâesefâ:
esefler olsun, ne
üzüntü!.
vahşet:
yabanî ve vahşî olan
şey, medeniyetin zıddı.
vahşî:
medenîleşmemiş, bar-
bar.
vicdanî:
vicdanla ilgili, kalbî.
zail:
sone eren, yok olan.
zevzek:
geveze.
m
akalâT
| 64 |
Eski said dönEmi EsErlEri