ettiğim hâl, hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan
âlemin mahiyeti müstait değil; ve inayet-i ezeliyenin per-
geliyle nakşolunan feleğin kanunu müsait değil; ve meşi-
et-i ezeliyenin matbaasında tab olunan zamanın tabiatı
muvafık değil; ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hik-
met-i İlâhî razı değildir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mut-
lak’ın yed-i kudretinden şu ukulümüzün hendesesiyle ve
tehevvüsümüz iştahıyla istediğimiz semeratı koparsın.
Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.
evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhi-
ta hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.
elhâsıl:
Cerbeze bir hâkimdir. Yalnız seyyiat tarafını
konuşturmamalı; onun hasmı olan hasenatı da dinleme-
li, sonra muvazene edip, mizan-ı haşirdeki hükm-i âdilâ-
ne gibi racih gelene muhabbetle hak vermelidir.
Sual:
efkâr-ı hâzırada cerbeze nasıl bir tesir etmiştir?
Cevap:
Bak, o seyyiedir ki, Ararat dağı kadar bize zu-
lüm ve tahkir eden ecnebi bir devleti, ne safsatalı baha-
nelerle, bilmem hangi tarihte kırım’da bize yardım etmiş
gibi yavelerle, bize dost olabilecek surette gösteriyorlar.
Hem süphan dağı kadar İslâmiyet’in izzet ve şerefine
çalışan güruh-i mücahidini, acip bahanelerle en fena de-
rekesine indirip, millete düşman gibi gösteriyorlar.
Hem de Avrupa’nın terbiyesinin neticesi olarak
(1)
o
¬n
æ`°n
ùr
Mn
G m
A r
Àn
T u
? o
c
r
ø p
e r
òo
N
kaidesiyle her şeyin en iyi
acip:
hayret veren, hayrette bıra-
kan.
âlem:
dünya.
âlem-i imkân:
dünya, yaratılanlar
âlemi.
bahane:
asıl sebebi gizlemek için
öne sürülen uydurma sebep.
cerbeze:
demagoji, haklı haksız
sözlerle hakikati gizlemek; aldatıcı
kurnazlık.
cihet:
yön.
daire-i muhita:
kuşatıcı, geniş dai-
re.
dereke:
aşağı mertebe.
düstur:
kanun, kaide.
ecnebi:
yabancı.
efkâr-ı hâzıra:
şimdiki fikirler, dü-
şünceler.
elhâsıl:
sonuç olarak, özetle.
felek:
dünya, âlem.
fena:
kötü.
Feyyaz-ı mutlak:
çok çok bereket
ve bolluk veren Allah.
güruh-i mücahidîn:
dinini yücelt-
mek için çalışan, cihad eden toplu-
luk, cemaat.
hak vermek:
doğruluğunu kabul
etmek.
hâkim:
hükmeden, hükmedici.
hâl:
durum.
hareket-i mühimme:
önemli,
ehemmiyetli hareket.
hasenat:
iyi ameller, iyi işler, ha-
yırlar.
hasım:
muhalif, karşı taraf.
hendese:
çizgi, satıh ve hacim ola-
rak bu üç şeklin hususiyetlerini ve
ölçülerini inceleyen matematik
kolu, şekil bilgisi; geometri.
hikmet-i ezeliye:
ezelden beri var
olan İlâhî hikmet, gizli sır ve gaye,
İlâhî maksat.
hikmet-i ilâhî:
Allah’ın hikmeti,
Allah’ın her şeyi bir sebebe bağla-
ması.
hükm-i âdilâne:
adaletli karar,
yargı.
inayet-i ezeliye:
Allah’ın daimî ve
sonsuz iyiliği, ihsanı, lütfu.
iştah:
arzu, istek.
izzet:
şeref, yücelik, değer.
kaide:
kural, esas, düstur.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, haki-
kati, niteliği.
mesalih-i umumiye:
umumî
maksat ve faydalar.
meşiet-i ezeliye:
Cenab-ı Hakkın
hikmeti, irade ve ihtiyârı.
mizan-ı haşir:
kıyametten sonra
kurulacak ve günahı sevabı tarta-
cak haşir terazisi.
muhabbet:
sevgi, sevme.
muvafık:
uygun.
muvazene etmek:
karşılaştırmak,
kıyaslamak.
müsait:
uygun.
müstait:
kabiliyetli, uyanık, anla-
yışlı, akıllı.
nakış:
işleme, süsleme.
nazar:
bakış, dikkat.
netice:
sonuç.
racih:
tercih edilen, makbul
olan; üstün gelen.
razı:
rıza gösteren, kabul
eden, hoşnut olan.
safsatalı:
gerçekte yanlış ve
yalan olan kıyaslamalı.
semerat:
meyveler, neticeler.
seyyiat:
fenalıklar, kötülükler.
seyyie:
kötülük, günah, suç,
fenalık.
sual:
soru.
suret:
biçim, şekil.
şahıs:
kişi, kimse, fert.
şeref:
manevî büyüklük.
tab:
basma, baskı.
tabiat:
nitelik, karakter.
tahkir etmek:
hakaret etmek,
horlamak, aşağılamak.
tanzim olunmak:
düzenlen-
mek, yoluna konmak.
tehevvüs:
heveslenme.
terbiye:
eğitme, yol gösterme.
tesir etmek:
etki, iz bırakmak.
tesis etmek:
kurmak, meyda-
na getirmek.
ukul:
akıllar.
yave:
saçma sapan söz.
yed-i kudret:
kudret eli; her
şeyi tutan Allah’ın kudret eli.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
T
ulûaT
| 572 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Herşeyin güzel olanını al.