ZULMÜN ŞEDİT BİR NEV’İ
dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i
tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep
olmuştur. Fukara aczi, avamın fakr-ı sebeb-i merhamet
ve ihsan iken, esarete, mahkûmiyetlerine müncer olmuş-
tur.
Bir işte mehasin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peş-
keş edilir, seyyiat olsa, avama taksim edilir.
Meselâ, bir tabur galebe çalsa, şan ve şeref kumanda-
na verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, seyyie
tabura taksim edilir. Meselâ bir aşiret namuskârâne bir iş
etse, “Aferin Hasan Ağa” derler. Fenalık ettikleri vakit,
“tuh! ne pis aşiretmiş” diyecekler.
(HaşİYe) (1)
r
Üo
ór
æ o
L?'
Yr
óo
j ¢° o
ùr
«n
ër
dG ¢ o
SÉn
ëo
j
Gn
Pp
p
Gn
h
@
É'
~n
?'
Yr
Oo
G l
n
án
¡j/
ôn
c o
¿ƒo
µn
J Gn
Pp
Gn
h
kavl-i meşhuru, şu acip zulmün tercümanıdır.
Hem de şu içtimaî sistemdeki damar-ı zulmün bir
mecrası da şudur: Yüksek tabakadaki birinin öldürülme-
siyle, çok seneler matem tutulur. Hâlbuki, onun cinaye-
tiyle tabaka-i avamda yüzer, belki binler kişi telef olsa,
bir-iki günde unutulur. Şu ise adalet-i kur’âniyeye zıttır.
Bir şah bir gedayı öldürse, şeriat kısasa hükmeder; ikisi-
ni bir görür.
a a a
mek.
içtimaî:
toplumla alâkalı, cemiye-
te ait, sosyal.
kavl-i meşhur:
ünlü söz.
kısas:
suçlunun işlediği cinayetin
misli bir cezaya çarptırılması.
mahkûmiyet:
hüküm giyme, hü-
kümlülük.
mahviyet:
kendini değersiz gös-
terme, hiçe sayma, fazla tevazu,
kendine ehemmiyet vermeyiş.
matem:
yas.
matlûp:
yenilen, kaybeden.
mecra:
bir işin gidiş, oluş yolu, oluş
şekli.
mehasin:
güzellikler, hüsünler, iyi-
likler.
meselâ:
misal olarak.
meziyet:
bir şeyi başkalarından
ayıran vasıf, üstünlük ve değerlilik
vasfı.
musibet:
sıkıntı.
müncer olmak:
varıp sona eren,
neticelenen.
namuskârâne:
namuslu olarak,
haysiyetli, dürüst bir şekilde, na-
muslulukla.
nevi:
tür.
peşkeş etmek:
başkasının malını
birine bağışlamak.
sebeb-i merhamet ve ihsan:
acı-
ma, merhamet etme, bağışlama,
ikram etme sebebi.
sebeb-i tevazu:
alçak gönüllülük
sebebi.
seyyiat:
seyyieler, fenalıklar, kö-
tülükler.
seyyie:
kötülük, günah, suç, fena-
lık.
sistem:
yol, yöntem, usul, metot.
şah:
padişah, sultan, hükümdar.
şan:
şan, şöhret, ün.
şedit:
şiddetli, sert.
şeref:
manevî büyüklük.
şeriat:
Allah tarafından peygam-
ber vasıtasıyla bildirilen, İlâhî emir
ve yasaklara dayanan hükümlerin
hepsi.
tabaka-i avam:
avam tabakası,
halktan ilmi irfanı kıt olanların ta-
bakası, halk.
tabur:
askerî birlik.
tahakküm:
zorbalık etme, zorla
hükmetme, hükmü altına alma.
taksim etmek:
bölmek, paylaştır-
mak.
tekebbür:
kibir gösterme, büyük-
lük satma.
telef olma:
yok olma, ölme.
vakit:
zaman.
zıt:
bir şeyin aksi, tersi.
zulüm:
haksızlık, eziyet, cefa, iş-
kence.
acip:
hayret veren, hayrette
bırakan.
acz:
güçsüzlük.
adalet-i kur’âniye:
Kur’ân’ın
adaleti.
aferin:
övgü ve beğenme bil-
dirir; alkış, yaşa, var ol.
aşiret:
kabile, oymak, göçebe
hâlinde yaşayan çoğunlukla
bir soydan gelen insanlar.
aşiret:
kabile, oymak, göçebe
hâlinde yaşayan çoğunlukla
bir soydan gelen insanlar.
avam:
kültürlü, yüksek taba-
kadan olmayan; cahil halk ta-
bakası.
cinayet:
cana kıyma, katil ve-
ya bu derecede ağır bir suç.
cündüp:
çekirge.
damar-ı zulüm:
haksızlık, ezi-
yet damarı.
esaret:
kölelik, kulluk, hüküm
altında bulunma.
fakr:
fakirlik.
fenalık:
kötülük.
fukara:
fakirler.
galebe çalmak:
yenmek, üs-
tün gelmek.
geda:
fakir, kimsesiz.
hâlbuki:
oysa ki, hakikat şu ki.
hâsıl:
sonuç, netice.
havas:
marifet ve yaşayışça
üstün olan, üst tabaka.
hükmetmek:
bir davanın ve-
ya bir meselenin tetkik edil-
mesinden sonra karar ver-
HaşİYe:
Musibet geldikçe bana bağırıyorlar. tatlı yendikçe cündüp çağrılı-
yor.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 577 |
T
ulûaT
1.
Kısa anlamı haşiyede verilmiştir.