görülmüyor ki, cerbezeâlûd bir aşıkın nazarında
umum kâinat birbirine muhabbetle müncezip; rakkasâne
hareket edip gülüşüyor. Veyahut çocuğunun vefatıyla
matem tutan bir validenin cerbezeâlûd me’yusiyeti, na-
zarında umum kâinat hüznengizâne ağlaşıyor. Herkes is-
tediği ve hâline münasip gördüğü meyveyi koparır.
Bu makamda size bir temsil: Meselâ, sizden yorulmuş
yolcu bir adam, yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere, ga-
yet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse, nekaisten
müberra olmak, cinan-ı cennetin mahsusatından ve her
kemale bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ve fesa-
dın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müteferrik
köşelerinde bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, in-
hiraf-ı mizaç sevki ve emriyle, yalnız o taaffünatı taharri
ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. güya, onda yal-
nız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek,
o bostanı bir selhhane ve mezbele suretinde gösterdiğin-
den midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefretle kaçar.
Acaba, beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir
hayale hikmet ve maslahat ruy-i rıza gösterebilecek mi-
dir?
güzel gören güzel düşünür. güzel düşünen hayatın-
dan lezzet alır.
Sual:
Herkes, zaman ve dehirden şikâyet ediyor. Aca-
ba sâni-i zülcelâl’in sanat-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?
Cevap:
Hayır, asla! Belki manası şudur: güya şikâyet-
çi der ki, istediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi
maslahat:
fayda, yarar.
matem:
yas.
me’yusiyet:
ümitsizlik.
meselâ:
misal olarak.
muhabbet:
sevgi, sevme.
mukteziyat:
gerektirici şeyler.
murdar:
pis, kirli.
müberra:
temize çıkmış, aklan-
mış; müstesna, azade.
münasip:
uygun.
müncezip:
beriye çekilmiş, cezbe-
dilmiş.
müteferrik:
çeşitli, kısım kısım,
başka başka, dağınık.
müzehher:
çiçekli, çiçek açmış.
müzeyyen:
ziynetlendirilmiş, süs-
lü.
nazar:
bakış.
nekais:
noksanlıklar, eksiklikler.
rakkasâne:
oynar şekilde, raks
ederek.
ruy-i rıza:
rıza yüzü.
sanat-ı bedî:
güzel ve harika sa-
nat.
sâni-i Zülcelâl:
sonsuz büyüklük
sahibi olan ve her şeyi sanatla ya-
ratan, Allah.
selhhane:
mezbaha, hayvan ke-
sim yeri.
sevk:
önüne katıp sürme, yönelt-
me.
sual:
soru.
suret:
biçim, şekil, durum.
şikâyet etmek:
dert yanmak, sız-
lanmak, yakınmak.
şikâyetçi:
dert yanan, sızlanan.
taaffünat:
fena pis kokular.
taharri:
arama, araştırma; aratma.
temsil:
kıyaslayarak benzetme.
tenezzüh etmek:
gezinti, bağ ve
bahçe gibi yerlere gam ve kederi
izale için çıkmak.
teşehhi etmek:
iştahlanmak, hırs-
la istemek.
tevessü etmek:
yayılmak.
umum:
bütün, genel.
valide:
ana, anne.
vefat:
ölüm.
âlem-i kevn ve fesat:
oluş ve
yok oluşlar dünyası; dünya ha-
yatı.
arzu etmek:
bir şeye karşı is-
tek duymak, heveslenmek.
beşer:
insan.
bostan:
bahçe.
cerbezeâlûd:
cerbezeye bu-
laşmış, cerbeze ile karışmış.
cinan-ı cennet:
cennet bahçe-
si.
dehir:
uzunca bir zaman, de-
vir.
emir:
iş, husus, şey.
fena:
kötü.
gayet:
son derece.
gussedar:
kederli, kaygılı.
güya:
sanki, sözde.
hareket:
yaşama, davranma.
hikmet:
hak ve hakikate uy-
gunluk.
hüküm:
yargı.
hülya:
hayal.
hüznengizâne:
hüzün verici,
elem verici bir şekilde.
idame-i nazar:
devamlı bak-
ma.
inhiraf-ı mizaç:
mizaç, huy
bozukluğu.
istifra etmek:
kusmak.
itiraz:
kabul etmediğini belirt-
me, karşı çıkma.
kâinat:
dünya, varlıklar.
kemal:
gerekler, olgunluk.
kemal-i nefret:
nefretin son
derecesi, tam nefret.
lezzet:
zevk, haz, keyif.
lezzet-i hayat:
hayatın zevk
ve lezzetleri.
mahsusat:
varlığı beş duyu ile
anlaşılan, duyulan, hissedilen
şeyler.
makam:
manevî mevki; duru-
lacak yer; durak.
mana:
anlam.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 571 |
T
ulûaT