Eski Saîd Dönemi Eserleri - page 542

• Hem de pek çok ulûm âdât ve ahval ve vukuatın tel-
kinatıyla teşekkül edebilir.
• Hem de beşerin nur-i nazarı müstakbele nüfuz ede-
mez, müstakbele mahsus olan şeyleri görmez.
• Hem de beşerin kanunu için bir ömr-i tabiî vardır,
nefs-i beşer gibi o da inkıta eder.
• Hem de muhit, zaman ve mekânın nüfusun ahvalin-
de büyük bir tesiri vardır.
• Hem de eskide harikulâde olan şeyler şimdilik adî sı-
rasına geçebilir; mebadi tekemmül etmişler.
• Hem de zekâ, eğer, çendan harika olsa, bir fennin
tekmiline kâfi değildir; nasıl çok fenlerde kifayet edecek-
tir?
İşte ey Birader!
Şu zatlarla müşavere et, sonra da müfettişlik sıfatıyla
nefsini tecrit et; hayalât-ı muhitiye ve evham-ı zamaniye-
nin elbiselerini çıkart, çıplak ol, bahr-i bîkeran-ı zamana
şu asrın sahilinden içine gir, tâ Asr-ı saadet olan adaya
çık. İşte her şeyden evvel senin nazarına çarpacak ve te-
celli edecek şudur ki: Vahit ve nâsırı yok, saltanatı mef-
kud tek bir şahıs umum âleme karşı mübareze eder. Ve
küre-i zeminden daha büyük bir hakikati omzuna almış
ve bütün nev-i beşerin saadetini tekeffül eden bir şeriatı
–ki o şeriat fünun-i hakikiye ve ulûm-i ilâhiyenin zübdesi
olarak– istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü
edip, iki âlemde semere vererek, ahval-i beşeri güya bir
§âdât:
âdetler, yapılan işler.
adî:
normal, basit, sıradan.
ahval:
hâller, durumlar.
ahval-i beşer:
insana özgü du-
rumlar.
âlem:
dünya.
asır:
yüzyıl, asır.
asr-ı saadet:
Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in (
ASM
) peygamber
olarak dünyada bulunduğu devir.
bahr-i bîkeran-ı zaman:
hudutsuz
sınırsız zaman denizi.
beşer:
insan.
birader:
kardeş, dost.
çendan:
gerçi.
evham-ı zamaniye:
zamanın ve-
himleri, vesveseleri.
fen:
uygulamalı bilim.
fünun-i hakikî:
gerçek fenler.
güya:
sanki, sözde.
hakikat:
gerçek.
harika:
olağanüstü.
harikulâde:
olağanüstü.
hayalât-ı muhitiye:
çevrenin ha-
yalleri; kişiyi çevreleyen hayal
ürünleri.
inkıta etmek:
sona ermek, bit-
mek.
istidad-ı beşer:
insanın kabiliyeti,
insandaki potansiyel kabiliyet, in-
sanın yaratılışında var olan, gelişti-
rilmeye müsait kuvve, yapabilme
gücü.
kâfi:
yeter.
kifayet etmek:
yeterli olmak.
küre-i zemin:
yeryüzü, dünya.
mahsus:
özel.
mebadi:
temel prensipler, ilk un-
surlar; evveller, başlangıçlar.
mefkud:
yok.
mekân:
yer, mahal.
muhit:
yöre, çevre.
mübareze etmek:
çatışmak, dö-
ğüşmek, vuruşmak.
müfettişlik:
bir işin düzenli, kanun
ve kaidelere uygun olarak yürütü-
lüp yürütülmediğini incelemekle
vazifeli olma işi.
müstakbel:
gelecek zaman.
müstakbel:
gelecek zaman.
müşavere etmek:
istişare etmek,
bir konuda bilen ve güvenilen
kimselerin görüşünü almak, danış-
mak.
nâsır:
yardımcı, yardım eden, mu-
in.
nazar:
bakış, dikkat.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
nefs-i beşer:
insan nefsi.
nev-i beşer:
insan soyu, insanlar,
insan türü.
nur-i nazar:
bakış nuru, göz nuru.
nüfus:
insan topluluğu, halk, ahali.
nüfuz etmek:
tesiri altına almak;
anlamak, künhüne varmak.
nümüv:
büyüme, yetişme,
bitme, gelişme.
ömr-i tabiî:
tabiî olan, Allah
tarafından belirlenen, takdir
edilen hayat müddeti; ortala-
ma dünya hayatı.
saadet:
mutluluk.
saltanat:
hükümdarlık.
semere:
meyve, güzel netice.
sıfat:
nitelik.
şahıs:
kişi, kimse, fert.
tecelli etmek:
görünmek,
yansımak.
tecrit etmek:
yalnız başına bı-
rakmak, soyutlamak.
tekeffül etmek:
kefil olmak,
kefalet etmek.
tekemmül etmek:
olgunlaş-
mak, kemale ermek, mükem-
melleşmek.
tekmil:
tamamlama, kemale
erdirme, mükemmelleştirme.
telkinat:
telkinler; öğretmeler,
öğretilen şeyler.
tesir:
etki, iz bırakma.
teşekkül etmek:
şekillenmek,
meydana gelmek.
tevessü etmek:
genişlemek,
yayılmak.
ulûm:
ilimler.
ulûm-i ‹lâhiye:
‹lâhî, dinî ilim-
ler.
umum:
bütün, genel.
vahit:
bir, tek.
vukuat:
vak’alar, vuku bulan
şeyler, hâdiseler, olaylar.
zat:
kişi.
zübde:
bir şeyin en mühim
kısmı, bir şeyin özü, seçkin kıs-
mı.
Ş
uaaT
-
ı
m
arifeTü
n
-n
eBî
| 542 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1...,532,533,534,535,536,537,538,539,540,541 543,544,545,546,547,548,549,550,551,552,...790
Powered by FlippingBook