ALTINCI ŞUA:
Mu’cizat-ı hissiyeden süzülen şuaatı is-
tişhattır.
Birincisi:
kur’ân mu’cizdir. evet kur’ân mu’cizedir;
zira misli yoktur.
(1)
/
¬p
?r
ãp
e r
øp
e m
In
Qƒo
°ùp
H Gƒo
Jr
Én
a
, tahaddi kamçısıyla on üç asır-
dan beri mütemadiyen a’dânın kafasına vurmakla, gale-
yana getirdiği arzu-i muaraza, hem de cazibedar letafe-
tiyle heyecana getirdiği şevk-i taklit ammede hükümran
olmakla beraber, meydanda olan milyonlar kütüb-i Ara-
biye ile muvazene edilse, hatta en âmî adam dahi diye-
cektir ki: “Bu, bunlara benzemez. öyle ise ya en aşağıdır
–bu bütün dünyanın ittifakıyla battaldır– veya umumun
fevkindedir.” ki, o ihtiyac-ı şedit ve aşk-ı sedidin ısrar ve
tahrikiyle de, takat-i beşer mislinden âciz kalmıştır.
ümmet i’cazında ittifak etmiştir. Mütenafi olmayan vü-
cud-i i’cazda ayrı ayrı gitmişler: muarazadan men-i İlâhî,
sarf-ı kuva, ümmîden zuhuru, cem-i hakaik, garabet-i üs-
lûp, belâgat-i nazım, ihbar-ı guyup gibi.
Bir sail-i misalî bana demişti:
“İ’caz-ı kur’ân’ı icaz
ile beyan et!”
Ben de
Rumuz’
da böyle cevap vermiştim:
Cevap:
İ’caz-ı kur’ân yedi menabi-i külliyeden tecelli
ve yedi anasırdan terekküp eder.
Birinci Menba:
lâfzın fesahatinden, nazmın ce-
zaletinden, mananın belâgatinden, mefhumların beda-
atinden, mazmunların beraatinden, üslûpların garabetin-
den tevellüt eden “nakş-ı acip”tir.
âciz:
güçsüz.
a’dâ:
düşman.
âmî:
âlim olmayan sıradan kişi.
amme:
kamu, halk, millet.
anasır:
unsurlar, esaslar.
arzu-i muaraza:
sözlü mücadele
isteği.
aşk-ı sedit:
şiddetli aşk.
battal:
işe yaramaz.
bedaat:
güzellik; orijinallik.
belâgat:
söz ve yazıda sanatlı ve
tesirli ifade; sözün güzel olmakla
beraber yerinde, hâl ve makama
uygun olması.
belâgat-i nazım:
tertibin, düzenin
maksat ve makama uygun olarak,
meramı tamı tamamına ifade eder
tarzda olması.
beraat:
mükemmellik, üstünlük.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
cazibedar:
çekici.
cem-i hakaik:
gerçeklerin bütünü.
cezalet:
ahenklilik, akıcılık.
fesahat:
dilin doğru, düzgün, açık
ve akıcı şekilde kullanılması.
fevkinde:
üstünde.
galeyana getirmek:
coşturmak.
garabet:
gariplik; ilginç oluş, dik-
kat çekici oluş.
garabet-i üslûp:
üslûbun garipliği,
değişik rastlanmadık oluşu.
hükümran:
hükmü geçen, hük-
meden, hüküm süren.
ısrar:
ayak direme.
icaz:
az sözle çok mana ifade et-
me; veciz oluş.
i’caz:
benzerini yapmakta başka-
larını âciz bırakma, mu’cizelik.
i’caz-ı kur’ân:
Kur’ân’ın mu’cize
oluşu.
ihbar-ı guyup:
gayba ait haberler,
geçmiş veya gelecek zamana ait
haberler.
ihtiyac-ı şedit:
çok şiddetli ihtiyaç,
şiddetli muhtaç oluş.
istişhat:
delil olarak ileri sürme,
delil olarak kabul etme.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
kütüb-i arabiye:
Arapça kitaplar.
lâfız:
söz, kelime.
letafet:
lâtiflik, hoşluk, incelik.
mazmun:
nükteli, sanatlı, ince ve
güzel söz.
mefhum:
bir sözün ifade ettiği
mana, sözden çıkarılan mana.
menabi-i külliye:
genel kaynak.
menba:
kaynak.
men-i ‹lâhî-i sarf-ı kuva:
güç kul-
lanımının Allah tarafından yasak-
lanması.
misil:
benzer, eş.
mu’ciz:
insanı âciz bırakan iş, aynı-
sını yapmakta başkalarını acze dü-
şüren.
mu’cizat-ı hissiye:
hislerin olağa-
nüstü hâlleri.
mu’cize:
olağanüstü, harikulâde.
muaraza:
sözle karşılıklı mücade-
le, söz mücadelesi.
muvazene etmek:
karşılaştır-
mak.
mütemadiyen:
sürekli olarak.
mütenafi:
birbirine zıt.
nakş-ı acip:
görülmedik nakış.
nazım:
tertip, düzen.
rumuz:
Bediüzzaman’ın bir
eseri.
sail-i misalî:
rüyada, mana
âlemine mensup sorucu.
şevk-i taklit:
benzerini yapma
arzusu.
şuaat:
şualar, ışınlar, parıltılar.
tahaddi:
meydan okuma.
tahrik:
hareket ettirme, hare-
kete geçirme; teşvik etme.
takat-i beşer:
insanın gücü,
takati.
tecelli:
görünme, yansıma.
terekküp etmek:
karışıp bir-
leşmek.
tevellüt:
doğma, doğum.
ümmet:
hak dine davet et-
mek için Allah tarafından ken-
dilerine peygambere inanıp
bağlanan topluluk.
ümmî:
okur-yazar olmayan.
üslûp:
ifade tarzı.
vücud-i i’caz:
mu’cizenin varlı-
ğı.
zuhur:
görünme, meydana
çıkma.
Ş
uaaT
-
ı
m
arifeTü
’
n
-n
eBî
| 546 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Kur’ân’ın mislinden bir sure getiriniz. (Bakara Suresi: 23.)