dâhilinde olsa idi, bizzarure sükût etmez idiler. demek,
istediler; aczi hissettiler, sustular. öyle ise onların aczi
i’caz-ı kur’ân’ın delilidir.
İkinci Tarik:
kelâmın havassına ve mezâyâ ve le-
taifine aşina olan ehl-i tetkik ve tenkit, kur’ân’ı sure be
sure, aşir be aşir, ayet be ayet, kelime be kelime cadde-i
tetkikten geçirdikten sonra bilittifak şahadet veriyorlar
ki; kur’ân öyle mezâyâ, letaif, hakaika camidir ki, ke-
lâm-ı beşerde olamaz. Bu şahit, binlerce binlerdir.
Bu şahitlerin sıdkına şahit şudur ki: kur’ân beşer âle-
minde öyle bir tahavvül-i azîm ve bir inkılâb-ı cesim ika;
ve yetiştirdiği milyonlar evliya ve insan-ı kâmil olan se-
meratıyla hakikatinin pek kuvvetli olduğuna delâlet eden
ve mürur-i zaman ile vicdana hâkimiyeti devam eden bir
diyanet-i vasiayı tesis etmiştir ki, zaman ihtiyarlandıkça o
gençleşir. Ve ulûmunun menbaı olan kur’ân tekerrür et-
tikçe tatlılaşır. öyle ise
(1)
» '
Mƒ o
j l
»r
Mn
h s
’p
G n
ƒo
g r
¿ p
G
.
Üçüncü Tarik:
İptal-i dava-i nebîde, büleğa-i mu-
annidîn-hasidîn için iki yol vardı.
•
Birincisi:
sehil, selim; eğer mümkün olsa idi,
(2)
p
±ho
ôo
ër
dÉp
H o
á°n
Vn
QÉn
©o
ªr
dn
G
, lisan kullanmak. İkinci yol, akıbe-
ti meşkûk, belâları çok, hem uzun, hem tehlikeli. o da,
mukarraa-i bissüyuf, yani kılıç kullanmak. Şimdi onlar
ikinci yola sülûk ettiler ki, mal ve ruh ve evlâtlarını meh-
lekede bıraktı. onlar ise ya sefihtirler. Hâlbuki, ba’de’l-
İslâm siyaset-i âlemi idare eden zekâ-i siyasiyeye malik
doğrular.
hakikat:
gerçek.
hâkimiyet:
hâkim oluş, üstünlük
kurma durumu.
hâlbuki:
oysa ki, hakikat şu ki.
hasit:
haset eden, kıskanan.
havas:
üstün olan.
i’caz-ı kur’ân:
Kur’ân’ın mu’cize
oluşu.
idare etmek:
işleri yürütmek, çe-
kip çevirmek.
ika:
ortaya çıkarma, meydana ge-
tirme.
inkılâb-ı cesim:
büyük değişim,
devrim.
insan-ı kâmil:
olgun mükemmel
insan.
iptal-i dava-i nebî:
peygamberlik
davasının iptali.
kavim:
aralarında dil, âdet, örf,
kültür birliği olan insan topluluğu.
kelâm:
söz, konuşma.
kelâm-ı beşer:
insan sözü.
kelime be kelime:
kelimeden ke-
limeye.
letaif:
maddî olmayan çok ince
şeyler.
lisan:
dil.
malik:
sahip.
mehleke:
tehlikeli yer veya iş, he-
lâk olacak yer.
menba:
kaynak.
meşkûk:
şüpheli, şüphe edilen.
mezâyâ:
meziyetler; üstün kabili-
yetler, yetenekler.
mukarraa-i bissüyuf:
kılıca karar
vermek.
mümkün:
imkân dâhilinde.
mürur-i zaman:
zamanın geçme-
si.
ruh:
can.
sefih:
akılsız.
sehil:
kolay.
selim:
tehlikesiz, zararsız.
semerat:
meyveler, neticeler.
sıdk:
samimîlik, doğru sözlülük.
siyaset-i âlem:
dünya siyaseti.
sure be sure:
sureden sureye.
sükût:
susma, sessiz kalma.
sülûk etmek:
bir yolu takip et-
mek.
şahadet vermek:
bir şeyin doğru-
luğunu bildirmek.
şahit:
şahitlik yapan.
tahavvül-i azîm:
büyük değişiklik.
tarik:
yol.
tekerrür etmek:
tekrarlamak.
tesis:
kurma, meydana getirme.
ulûm:
ilimler.
vicdan:
iyiyi kötüden, hayrı şer-
den ayırt etmeye yardımcı olan.
zekâ-i siyasiye:
siyaset zekâsı.
acz:
güçsüzlük.
akıbet:
son, netice.
âlem:
dünya.
aşina:
yabancı olmayan, tanı-
dık.
aşir be aşir:
aşirden aşire; on
ayetlik bölümden on ayetlik
bölüme.
ayet be ayet:
ayetten ayete.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
ba’de’l-‹slâm:
‹slâmdan sonra.
belâ:
musibet, gam, keder,
afet.
beşer:
insan.
bilittifak:
ittifakla, beraberce,
fikir birliğiyle.
bizzarure:
kesinlikle, zarurî
olarak, mecburî olarak.
büleğa-i muannidîn:
inatçı,
ayak direyen edebiyatçılar.
cadde-i tetkik:
inceleme yolu.
cami:
kapsamlı.
dâhil:
içeri, iç.
delâlet etmek:
delil olmak,
göstermek.
delil:
şahit, belge, tanık.
ehl-i tetkik ve tenkit:
incele-
yerek eleştiride bulunabilen
konunun uzmanı olanlar.
evlât:
veletler, çocuklar.
evliya:
velîler, ulular, Allah
dostları.
hakaik:
hakikatler, gerçekler,
Eski said dönEmi EsErlEri
| 549 |
Ş
uaaT
-
ı
m
arifeTü
’
n
-n
eBî
1.
O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Suresi: 4.)
2.
Sözle muaraza etmek.