Cevap:
lillâhilhamdü velâ fahr.
(HaşİYe)
İhlâs niyetini
ihlâl eden ve anasır-ı garaz olan nesep ve nesil ve tamâ
ve havf, beni bilmiyorlar; ben de onları tanımıyorum ve-
ya tanımak istemiyorum. zira, meşhur bir nesebim yok
ki, mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey oldu-
ğumdan, bir neslim de yoktur ki, istikbalini temin ede-
yim. öyle bir cünunum var ki, divan-ı Harp dehşet ve
tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı. öyle bir cehale-
tim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını
okuyamıyorum.
kaldı, ticaret-i uhrevî. öyle bir ahdetmişim ki, re’sü’l-
malı da kaybetsem, mesleğimden dönmeyeceğim. Şim-
diden hasaret ediyorum, çok günaha düşünüyorum.
Bir şey kaldı; o da şöhret-i kâzibedir. İşte, ben ondan
usandım, kaçıyorum. zira, uhdesinden gelemediğim çok
vazifeyi bana yükletiyor.
Sual:
“neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan
jön türklere mümkün olduğu kadar hüsnüzan ediyor-
sun?”
Cevap:
Mümkün olduğu derecede suizan ettiğiniz
için, ben hüsnüzan ederim. eğer öyle ise, zaten iyi. Yok-
sa, tâ öyle olsunlar; yol gösteriyorum.
mezhep, maneviyatta tutulan.
meşhur:
şöhretli.
meşrutî:
meşrutiyeti uygulayan.
muhafaza:
koruma.
muktedir :
iktidarlı, gücü yeten.
mümkün:
imkân dâhilinde.
nakış:
işleme, süsleme.
nesep:
soy, nesil, atalar zinciri, sil-
sile.
nesil:
soy-sop, zürriyet.
nesil:
zürriyet.
niyet:
bir işi yapmayı önceden dü-
şünme; amaç.
re’sü’l-mal:
ana para, sermaye.
rivayet:
bir haber, söz veya olayı
nakletme.
sual:
soru.
suizan:
bir kimse hakkında kötü
düşünceye sahip olma; fena, kötü
sanma.
şeyh:
tarikat önderi.
şöhret-i kâzibe:
yalancı, aldatıcı
şöhret, nam.
şükür:
görülen bir iyiliğe karşılık
hoşnutluk, memnunluk ve min-
nettarlık ifade etme, teşekkür.
tahdis-i nimet:
İlâhî nimeti şükre-
derek anlatma.
tahvif:
korkutma, ürkütme, tehdit
etme.
tamâ:
aç gözlülük, hırs; aşırı arzu.
tedavi:
iyileştirme.
temin etmek:
sağlamak.
ticaret-i uhrevî:
ahirete yönelik ti-
caret.
uhde:
bir işi üzerine alma; söz ver-
me.
ümmî:
okuma yazması olmayan.
vazife:
görev.
zira:
çünkü.
ahdetmek:
karar vermek, ni-
yetlenmek.
anasır-i garaz:
Kötü kasıt,
düşmanca niyet, kin unsurları.
cehalet:
bilgisizlik, cahillik.
cünun:
delilik.
dehşet:
korku, korkma, ürk-
me.
dinar:
eskiden kullanılan altın
ve sikkeli para.
dirhem:
yaklaşık üç grama
denk olan bir ağırlık ölçüsü.
divan-ı Harp:
31 Mart olayın-
dan sonra kurulan mahkeme.
ebu lâşey:
“hiçbir şeye sahip
olmayan, dünyaya değer ver-
meyen” manasında, “Hiçbir şe-
yin babası” demektir.
günah:
Allah’ın emirlerine ay-
kırı davranış, uygunsuz fiil, dinî
suç.
hasaret :
hasar, zarar, ziyan.
haşiye:
dipnot.
havf:
korku, korkma.
hüsnüzan:
bir kimse veya
mesele hakkında güzel dü-
şünceye sahip olma; müspet
düşünme.
ihlâl etmek:
bozmak, çiğne-
mek.
ihlâs:
samimiyet, dürüstlük,
doğruluk.
istikbal:
gelecek.
Jön Türk:
Batı tarzı yenileşme
taraftarı genç Osmanlı.
keramet:
ermişçesine yapılan
iş, hareket veya söylenen söz,
fikir.
lâkin:
gerçi
lillâhilhamdü velâ fahr:
hamd Allah’a mahsustur ve
övünme yok.
mazi:
geçmiş.
meslek:
yol, usul, gidiş; sanat,
geçim için tutulan yol; sistem;
HaşİYe:
Şeyhin kerameti, şeyhten rivayet, lâkin tahdis-i nimet dahi bir şü-
kürdür.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 297 |
m
ünazaraT