Kardeşlerim,
hastalığım pek şiddetli; belki pek yakın-
da öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan –bazan
men olduğum gibi– men edileceğim. onun için benim
nur ahiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı bîçare
yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. daima
müspet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz değil...
Çünkü dâhilde hareket menfice olmaz. Madem siyaset-
çilerin bir kısmı risale-i nur’a zarar vermiyor, az müsa-
adekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. daha “azamüş-
şer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın,
onlara faydanız dokunsun.
Hem dâhildeki cihad-ı manevî, manevî tahribata karşı
çalışmaktır ki, maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır.
onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siya-
set de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok...
Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği hâl-
de, hatta otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu
hâlde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o bî-
çarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulüm-
lere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki,
(1)
…'
ôr
No
G n
Qr
Rp
h l
In
Qp
RGn
h o
Qp
õn
J n
’n
h
ayeti hükmünce kabahat an-
cak yüzde beşe verildi. o aleyhimizdeki partinin şimdi
hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.
Hatta bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların
evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için sû-i
fehmiyle, dikkatsizliğiyle risale-i nur’un bazı kısımlarına
Emirdağ Lâhikası – ıı | 877 |
itiraz:
direnme, karşı koyma.
maddî:
madde ile alâkalı.
madem:
değil mi ki.
mahkûm:
hüküm verme.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
maruz:
uğramak, etkilenmek.
men:
yasak etme, engelleme,
mâni olma.
menfi:
olumsuz, müspet olmayan.
meselâ:
örneğin.
meşgul:
ilgilenen, uğraşan.
muhbir:
ihbar eden, ihbarcı, gizli
bir şeyi ilgili makamlara bildiren,
jurnalci.
mukabil:
karşılık.
müsaadekâr:
zorluk çıkarmayan,
hoşgörü sahibi, uysal davranan.
müspet:
olumlu.
Nur:
Risale-i Nur, Risale-i Nur hiz-
meti.
parti:
siyasî kuruluş.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
sû-i fehim:
anlayışın fenalığı; kötü
anlayış.
şekva:
şikayet.
tahribat:
tahripler, yıkıp bozma-
lar.
tazyik:
zorlama, baskı, sıkıntı
verme.
tezyif:
zayıfa çıkarma, çürütme.
vazife:
görev.
vecih:
şekil, tarz.
vesile:
aracı, vasıta.
zulüm:
haksızlık, eziyet, işkence.
ahiret:
öbür dünya, öteki
dünya, kıyametten sonra ku-
rulacak olan âlem.
aleyh:
zıt, karşıt.
ayet:
Kur’ân cümlesi.
azamüşşer:
çok şerli, şerrin en
büyüğü.
azap:
eziyet, işkence; büyük
sıkıntı, şiddetli acı.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
casus:
hafiye, gizli haberleri
öğrenerek veya sırları çözerek
heber veren çaşıt.
cihad-ı manevî:
manevî cihat,
ilim, fikir, dua gibi manevî un-
surlarla din düşmanlarına karşı
koymak.
cihet:
sebep, vesile, mucip,
bahane.
dâhil:
içeri, iç.
ehl-i siyaset:
ülkenin idare-
siyle meşgul olanlar, siyaset
adamları, politikacılar.
ehvenişer:
şerrin en az zarar-
lısı, kolayı, şerrin daha az za-
rarlısı, daha az kötü olan; iki
şerden daha az zararlısı.
evham:
vehimler, zanlar, ku-
runtular.
helâl:
bağışlama, alacağından
vaz geçme.
hizmet:
görev, vazife.
hüküm:
kural.
1.
Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (En’am Suresi: 164; İsra Suresi: 15; Fatır
Suresi: 18; Zümer Suresi: 7.)