bürhan-ı yakînî kısmındandır. Çünkü, ehl-i velâyetin
amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler
ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-ı imani-
ye; aynen onlar gibi, risale-i nur, ibadet yerinde, ilim
içinde hakikate bir yol açmış, sülûk ve evrad yerinde,
mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-ha-
kaika yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğ-
rudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usu-
lü’d-din içinde bir velâyet-i kübra yolunu açmış ki, bu as-
rın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî
dalâletlere galebe ediyor; meydandadır. teşbihte hata
olmasın, nasıl ki kur’ân’ın gayet kuvvetli ve mantıkî ha-
kikati, sair dinleri, felsefe-i tabiiyenin savletinden ve ga-
lebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinat oldu, taklidî
ve aklın haricindeki usullerini de bir derece muhafaza et-
ti; aynen öyle de, bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nu-
ru olan risale-i nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen
dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avam-ı ehl-i imanın, tak-
lidî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmiyenin savletinden kur-
tarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinat ve yakın ve
uzaklarda olanlara dahi, zapt edilmez bir kal’a hükmüne
geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâletler içinde, yine
avam-ı mü’minin imanını şüphelerden ve İslâmiyetini ha-
kikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.
evet, her tarafta, hatta Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu
zamanın çok dehşetli dalâletinin galebesinden, “Acaba
İslâmiyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış?” diye
şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki: “Bir
Emirdağ Lâhikası – ı | 169 |
hariç:
dışında.
hüccet:
delil.
hükmüne:
yerine, değerine.
ilim:
bilgi, marifet.
ilm-i akide:
iman ilmi.
ilm-i kelâm:
kelâm ilmi, Cenab-ı
Hakkın zat ve sıfatlarından, nü-
büvvet, haşir, kader gibi imana ait
meselelerden İslâmî esaslar dai-
resinde delil ve bürhana dayalı
olarak bahseden ilim.
ilm-i tasavvuf:
tasavvuf ilmi.
ilmî:
ilim ile ilgili, ilme dair.
iman:
inanç, itikat.
kal’a:
büyük hisar.
mantıkî:
akla ve mantık kaidele-
rine uygun, mantıklı.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların aciz kaldığı şey.
muhafaza:
koruma.
müşahede:
gözlem.
nokta-i istinat:
dayanak noktası,
güvenme ve itimat noktası.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
riyazet:
nefsi terbiye, dünya lez-
zetlerinden ve rahatından sa-
kınma; perhizle, kanaatle yaşama.
sair:
diğer, başka, öteki.
savlet:
şiddetli hücum, saldırma.
sülûk:
bir yola girme, bir yol tutup
o yolda terakki mertebelerine de-
vam etme.
taklidî:
taklitle yapılan.
tarikat:
Allah’a ulaşmak için şey-
hin gözetiminde müridin takip
edeceği terbiye usul ve yolu.
teşbih:
benzetme.
umum:
bütün.
usul:
metot, düzen.
usulüddin:
kelâm ilminin diğer bir
adı.
velâyet-i kübra:
en büyük velâ-
yet, büyük velîlik, Allah’a yakınlı-
ğın inkişafına bakan ve peygam-
ber vârisliğinden gelen, kısa ve
yüksek olan tarikat berzahına uğ-
ramadan zahirden hakikate geçen
velîlik mesleği.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kalbe
gelen asılsız kötü ve sinsi düşünce.
zapt:
idaresi altına alma, tutma.
amel:
iş, uygulama, yapma.
asr:
yüzyıl.
avam-ı ehl-i iman:
ehl-i ima-
nın, mü’minlerin avam taba-
kası.
avam-ı mü’min:
mü’minlerin
avam tabakası, mü’minlerin
avam kısmı.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
bürhan-ı yakîn:
çok inandırıcı
ve kesin delil, şüphelerden
uzak, doğru, sağlam ve kesin
delil.
cereyan:
akım, fikir, sanat
veya siyaset hareketi.
dalâlet:
azgınlık, sapıklık.
dalâlet-i ilmiye:
ilmen dalâ-
lete sapma, ilmî sapkınlık.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
ehl-i velâyet:
velî olanlar;
erenler, Allah’ın dostluğunu
kazananlar, velîlik sıfatını ta-
şıyanlar.
emsalsiz:
benzersiz.
evrat:
virtler, okunması âdet
olan dinî dualar.
felsefe-i maddiye:
her şeyi
maddede arayan ve kabul
eden anlayış.
felsefe-i tabiiye:
her şeyi ta-
biata dayandıran felsefe.
felsefî:
felsefeye mensup, fel-
sefe ile ilgili.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
gayet:
son derece.
hakaik-ı imaniye:
imana ait
hakikatler, imanî gerçekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikat:
kadirbilirlik, sadâkat,
doğruluk, vefa, sürekli bağlı-
lık.
hakikatü’l-hakaik:
hakikatin
ta kendisi, gerçeklerin aslı.