gerçi umur-i uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihet-
te makbuldür, fakat mesleğimizde ve hizmetimizde –bazı
arızalar ile– inkısar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine me’yu-
siyetle şekva etmeye sebep olur; belki de hizmetten vaz-
geçer. onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve
metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde,
hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz
hâlde; neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükel-
lefiz.
Meselâ, risale-i nur hizmetiyle Isparta ve civarında
binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin et-
mek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir.
on kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i ve-
lâyete sevk etse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. nu-
run hakikî şakirtleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.
o büyük kutbun müritlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin
eden üstadlarının fevkalâde makamı ve meselelerde hü-
kümleri yerine, risale-i nur’un sarsılmaz hüccetleri, o
müritlerinin kanaatlerinden çok ziyade, şakirtlerine ka-
naat verdiği gibi; bu hâlet ve itikat başkasına da sirayet
eder, menfaat verir. o müritlerin kanaati ise, hususî ve
şahsî kalır.
Hatta, ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tabir ettikle-
ri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir;
mantıkça yakîn ve katiyeti ifade etmiyor, belki zann-ı
galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta, bürhan-ı yakînî,
hüsnüzanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez
delile bakar ki; bütün risale-i nur hüccetleri, bu
arıza:
bozukluk, engel.
bürhan-ı yakîn:
çok inandırıcı ve
kesin delil, şüphelerden uzak,
doğru, sağlam ve kesin delil.
cerh:
reddetme, iptal etme.
cihet:
yön.
civar:
çevre, yöre, etraf.
delil:
kanıt, tanık, burhan.
derece-i velâyet:
velîlik derecesi.
ehl-i iman:
inananlar, iman sahip-
leri.
fevkalâde:
olağanüstü.
gerçi:
her ne kadar...
hakikî:
gerçek.
hâlet:
hâl, durum.
hırs:
açgözlülük, kanaatsizlik.
hizmet:
görev, vazife.
hususî:
özel.
hüccet:
delil.
hüküm:
emir, bir konu hakkında
verilen karar.
hüsnüzan:
iyi fikirde bulunup, iyi
olacağını düşünmek.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf Al-
lah rızası için yapma.
ilm-i mantık:
mantık ilmi, doğru
muhakeme ve doğru düşüncenin
esaslarını ve kaidelerini konu alan
ilim.
inkisar-ı hayal:
hayal kırıklığı, um-
duğunu bulamama.
itikat:
inanç, iman.
kâfi:
yeterli.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kanaat-i kalbiye:
kalbe ait ka-
naat, kalben inanmak, kanaat ge-
tirmek.
kat’iyet:
kat’îlik, kesinlik.
kaziye-i makbule:
kabule mazhar
olmuş hüküm ve iddia, itimat edi-
| 168 | Emirdağ Lâhikası – ı
lir zatların söyledikleri ve bu
itimada binaen kabul edilen
kaziye.
kutup:
evliyalar içerisinde za-
manın en büyük mürşidi olan.
kuvvet-i imaniye:
iman kuv-
veti.
makam:
yer, mevki.
makbul:
kabul edilmiş, geçerli.
menfaat:
fayda.
meselâ:
örneğin.
mesele:
konu.
metanet:
sebat, gayret.
me’yusiyet:
ümitsizlik.
mükellef:
sorumlu ve yü-
kümlü olan.
mürit:
tarikatta bir şeyh ve
mürşide bağlanarak tarikat
usul ve âdetleri ile tasavvufî
hakikatleri öğrenen kimse.
Nur:
Risale-i Nur.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
sebat:
sabit durma, kararlılık.
semerat:
semereler, meyve-
ler.
sevk:
yöneltme.
sirayet:
bulaşma, geçme.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şekva:
şikayet.
şükür:
teşekkür.
tabir:
ifade; deyim.
temin:
sağlama.
umur-ı uhreviye:
ahirete ait
işler.
üstat:
öğretici, öğretmen.
yakîn:
kesin olarak bilme.
zann-ı galip:
galip kanaat; üs-
tün gelen zan, kuvvetli ihtimal,
kuvvetli, gerçeğe en yakın
olan zan.
zat:
kişi, şahıs.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.