yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne ge-
çer. Hakikî dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi
ubudiyet-i insaniyedir” diye, siyasete, aşk-ı merak ile de-
ğil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate alet
etmeye –eğer mümkünse– çalışabilir. Yoksa, bâkî elmas-
ları kırılacak adi şişelere alet yapar.
El h
a
s ı l :
nasıl ki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen
elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unuttur-
duğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de, böy-
le fânî boğuşmaları ve hadiseleri merakla takip etmek bir
nevi sarhoşluktur ki, hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat
ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unuttur-
duğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir ye’se
düşüp
(1)
$G p
án
ªr
Mn
Q r
øp
e Gƒo
àn
ær
?n
J n
’
ayetindeki emr-i İlâhîye
muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya
(2)
r
ºo
µn
dÉn
en
h o
QÉs
ædG o
ºo
µs
°ùn
ªn
àn
a Gƒo
ªn
?n
X n
øj/
òs
dG »n
dp
G BGƒo
æn
cr
ôn
J n
’
olan şid-
detli tehdid-i İlâhî tokadına mazhar olur, zalimlerin zu-
lümlerine hasbî olarak manen iştirak eder, bilistihkak ce-
zasını da dünyada, ahirette çeker.
Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime ge-
liyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umu-
mîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniye-
tin istinadı, menbaı olan Avrupa’da, deccalâne bir vah-
şet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar, âlem-i İs-
lâm’ın tam intibahıyla ve yeni dünyanın, Hristiyanlığın
adî:
basit, bayağı, sıradan.
ahiret:
öbür dünya, öteki dünya,
kıyametten sonra kurulacak olan
âlem.
âlem-i islâm:
İslâm âlemi, İslâm
dünyası.
aşk-ı merak:
merak aşkı, şiddetli
merak.
ayet:
Kur’ân cümlesi.
bâkî:
daimi, sonsuz.
bilistihkak:
lâyıkıyla, liyakati ola-
rak, hakkıyla, hak ederek.
cihet:
yön, sebep, vesile.
deccalâne:
Deccal gibi hareket
edercesine.
dindar:
dinî kaidelere hakkıyla ria-
yet eden, dininin emirlerini yerine
getiren, mütedeyyin.
ehemmiyetli:
önemli.
elem:
dert, üzüntü, kaygı, tasa.
elhâsıl:
hasılı, netice itibariyle, kı-
saca.
emr-i ilâhî:
Allah’ın emri.
endişe:
kaygı.
fânî:
ölümlü, geçici.
hâdise:
olay.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikî:
gerçek.
harb-i Umumî:
genel harp,
umumî savaş; 1914-1918 yılları
arasında cereyan eden Birinci
Dünya Savaşı.
hasbî:
karşılıksız, Allah rızası için,
gönülden, isteyerek.
hükmüne:
yerine, değerine.
ihtiyacat:
ihtiyaçlar, lüzumlu olan
şeyler.
intibah:
uyanış.
istinat:
dayanak.
iştirak:
katılma, ortak olma.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
manen:
mana bakımından, ma-
naca.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
medar:
sebep, vesile.
menba:
kaynak.
menhus:
uğursuz, kötü, meş’um.
merak:
endişe.
mertebe:
derece.
muhalefet:
uygun olmama,
ayrılık; zıtlık.
muvakkaten:
geçici olarak.
müstahak:
lâyık olunan, hak
edilen şey.
nevi:
çeşit.
sarhoşluk:
kendinden geçmiş-
lik.
tebeî:
kastî olmayan, tâbi ola-
rak başkasının vücudu ile de-
vam eden.
teellümat:
teellümler, elem,
keder, acı duymalar, tasalan-
malar.
tehdit-i ilâhî:
İlâhî tehdit, Ce-
nab-ı Hakkın kullarını cehen-
nem azabı ve dünyevî belâ-
larla tehdit etmesi.
teselli:
avutma, acısını din-
dirme.
ubudiyet-i insaniye:
insanın
kulluğu.
vahşet:
yabanîlik, vahşilik.
vazife:
görev.
yeis:
ümitsizlik.
zalim:
zulmeden, acımasız ve
haksız davranan.
zulüm:
haksızlık, eziyet, iş-
kence.
1.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. (Zümer Suresi: 53.)
2.
Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.
(Hud Suresi: 113.)
| 114 | Emirdağ Lâhikası – ı