Şimdi anlaşıldı ki, o fevkalâde muvaffakıyet ve benim
de haddimden çok ziyade o hodfüruşluk ve manasız iz-
har-ı fazilet ise, ileride risale-i nur’un İstanbulca ve ule-
maca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır et-
mek imiş.
İ k i nc i s i :
Hatta ben, fakir ve muhtaç olduğum ve za-
hid ve sofu ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve
haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ü şerefinden
hissedar olmadığım hâlde, tarihçe-i hayatımda yazıldığı
gibi, küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul
edemiyordum, ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum.
Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi
hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, risale-i nur’un
dehşetli bir mücahedesinde, tama ve mal yüzünden mağ-
lûp olmamak ve itiraz gelmemek için o hâlet-i ruhîye bi-
ze ihsan edilmişti. Yoksa, düşmanlarım o cihetten büyük
bir darbe indirecektiler.
Hemez cüml e: eski said siyasette çok ileri gittiği
hâlde, Yeni said de taraftar bulmak için çok muhtaç ol-
duğu zamanda, bütün insanları meşgul eden bu beş altı
senedeki beşer tufanları, siyaset fırtınaları içinde kat’a ve
asla beni meşgul etmedi ve merakla mağlûp etmedi ve
beş sene, bilmeyi merak etmedim.
Beni bilenler gibi, ben de bu hâle çok hayret ederdim.
Hatta kendi kendime derdim: “Acaba ben mi divane
olmuşum ki, bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu
hâdisata bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum? Yoksa
beşer:
insan, insanlık.
cihet:
yön, sebep, vesile.
darbe:
vuruş, vurma, çarpma.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
divane:
deli, aklı başında olma-
yan.
ehemmiyet:
önem, değer, kıymet.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
fevkalâde:
olağanüstü.
hâdisat:
hadiseler, olaylar.
hâlet-i ruhiye:
insanın ruh hâli,
psikolojik durum, insanın manevî
hâli, iç durumu.
hanedan:
köklü ve büyük aile.
hassaten:
bilhassa, özellikle.
haysiyet:
şeref, onur, itibar.
hissedar:
hisse sâhibi, hissesi olan.
hodfüruş:
kendini beğendirmeye
çalışan, övünen.
ihsan:
bağışlama, ikram etme, lü-
tuf.
itiraz:
direnme, karşı koyma.
| 110 | Emirdağ Lâhikası – ı
izhar:
gösterme, açığa vurma.
izhar-ı fazl:
faziletini, değerini
ortaya koyma, üstünlüğünü
bildirme.
kat’a:
hiç bir vakit, asla.
mağlup:
boyun eğme, ye-
nilme, yenilmiş olma.
makbuliyet:
makbullük, be-
ğenilmişlik, geçerlilik.
mana:
anlam.
merak:
endişe.
meşgul:
bir işle uğraşan, iş
görmekte olan kimse.
muhtaç:
yoksul, fakir.
muvaffakıyet:
başarı.
mücahede:
savaşma, müca-
dele, uğraşma, çaba, gayret.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
riyazet:
nefsi manevî yokluğa
hazırlamak için yapılan düzenli
ruh terbiyesi.
sofu:
dinin buyruk ve yasak-
larına bütünüyle uyan kimse.
şan:
şöhret, ün.
şeref:
onur, haysiyet.
tamah:
hırs, aç gözlülük.
taraftar:
taraflı, bir tarafı des-
tekleyen.
tarihçe-i hayat:
bir şeyin veya
insanın doğumdan ölüme ka-
dar başından geçen şeyler, bi-
yografi.
tenezzül:
gönül alçaklığı, alçak
gönüllülük gösterme.
tufan:
çok şiddetli yağmur ve
sel.
ulema:
âlimler, bilginler, ilim
sahipleri.
zahit:
dünyevî işlerden el etek
çeken, kendini Allah’a adayan.
zarfında:
süresince.
zemin:
temel, dayanak.
ziyade:
çok, fazla.