Hatta tarikat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir
müsabaka, hem nahiye, hem kaza, hem vilâyetimizde
vardı. o hâletleri başka memleketlerde o derece göre-
medim.
Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatim geldi: o talebe arka-
daşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşitle-
rim, evliya ve şeyhlerim, bir hiss-i kablelvuku ile ruhu his-
sedip akıl bilmeyerek –ki en lüzumlu bir zamanda– o
talebeler içinde ve o hocaların şakirtleri içinde ve o
mürşitlerin müritleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i
imanın imdadına gelecek diye, o istikbaldeki nimet-i İlâ-
hiyeye gayet ağır ve acip şerait içinde ve hadsiz muarız-
ların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalâle-
tin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanla-
rımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkeme-
nin uzun tetkikatında risale-i nur’un bu fevkalâde gale-
besi ve harikulâde perde altında tenviratı ve düşmanları-
nı mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki, o
mevkiine lâyıktır ki, kablelvuku İmam-ı Ali radıyallahü
Anh ve gavs-ı Azam (kuddise sırruhu) ondan haber ver-
dikleri gibi, bunlar, köy ve nahiye ve vilâyetim, benimle
beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur ol-
muşlar.
(HaşİYe)
Emirdağ Lâhikası – ı | 107 |
muarız:
tariz eden, dokunaklı söz
söyleyen, taş atan.
mukabil:
karşılık olarak, karşılı-
ğında.
mürit:
tarikatta bir şeyh ve mür-
şide bağlanarak tarikat usul ve
âdetleri ile tasavvufî hakikatleri
öğrenen kimse.
mürşit:
irşat eden, doğru yolu gös-
teren, rehber, kılavuz.
müsabaka:
yarışma.
nahiye:
idarî teşkilâtlanmada kaza
ile köy arasındaki kademe; bucak.
nimet-i ilâhîye:
Allah’ın nimeti,
lütfu, ihsanı.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın temeli
ve sebebi olan manevî varlık.
serbestiyet:
serbestlik, rahat ve
serbest olma hâli.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şerait:
şartlar.
şeyh:
tarikat dersi veren manevî
lider, mürşit.
şuursuz:
idraksiz, bilgisiz.
talebe:
istekli, öğrenici.
tarikat:
Allah’a ulaşmak için şey-
hin gözetiminde müridin takip
edeceği terbiye usul ve yolu.
tenvirat:
tenvirler, aydınlatmalar,
ışıklandırmalar.
tetkikat:
araştırmalar, inceleme-
ler.
üstat:
öğretici, öğretmen.
vehham:
çok şüphe ve vesvese
eden, çok kuruntulu; vehimli, ku-
runtulu.
vilayet:
il.
HaşİYe:
evet, risale-i nur’un tercümanı hem fakir, hem âdi iken, şan-
sız ve âmî bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı gibi
fevkalâde istiğnâ ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz
bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek ve tenezzül etmemek
ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkûr
sırdan ileri gelmiştir.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
dalâlet:
azgınlık, sapıklık.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
desise:
hile, oyun, aldatmaca.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
evliya:
veliler, Allah dostları.
fevkalâde:
olağanüstü.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
garazkâr:
haset eden, kin gü-
den, kötü kasıt sahibi.
Gavs-ı azam:
en büyük gavs,
Abdülkadir-i Geylânî Hazretle-
rinin namı.
gayet:
son derece.
haber:
bilgi, bilgilendirme.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâlet:
hâl, durum.
harikulâde:
olağanüstü.
haşiye:
dipnot.
hiss-i kablelvuku:
Bir şeyi vu-
kuundan önce hissetme, bir
hadisenin gerçekleşmesinden
önce kalbe doğması.
hükmünde:
değerinde, ye-
rinde.
ihata:
kuşatma, içine alma.
ihtar:
dikkat çekme, hatır-
latma, uyarı.
imdat:
yardım.
istikbal:
gelecek.
kablelvuku:
olmadan önce.
kanaat:
inanma.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tered-
düde mahal bırakmayan.
kaza:
ilçe.
kuddise:
mübarek, kudsî ve
mukaddes olsun.
lâyık:
uygun, yakışır, müna-
sip.
medar-ı hayret:
hayret se-
bebi, hayrete sevk eden.
mesrur:
sevinçli, memnun,
şen, sürurlu.
mevki:
yer, makam.