Bizim nurs köyümüz ise, hem eski talebelerim, hem
hemşehrilerim biliyorlar ki, bizim köyümüz, fevkalâde
gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok
severdiler; güya büyük bir memleketi fetheder gibi kah-
ramanâne bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendi-
me, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakikî bir ih-
tar ile bildim ki, o masum nurslu insanlar, nurs karyesi,
risale-i nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vi-
lâyetin, nahiyenin ismini işitmeyen, nurs köyünü ehem-
miyetle tanıyacak diye bir hiss-i kablelvuku ile o nimet-i
İlâhiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göster-
mişler.
Hem, o nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbi Ispar-
ta’da, birden bire, meşhur seyda namında Şeyh Abdur-
rahman-ı tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve ho-
calar ve âlimler çıktılar ki, bütün kürdistan onlar ile ifti-
har eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmi-
ye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim
ve tarikat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya
ruy-i zemini fethedecek bu hocalardır.
eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutub-
lar –onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on ya-
şındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebe-
ler, âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gi-
bi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâ-
veti olsa idi, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada,
bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı.
Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim adamı.
allâme:
ilmî seviyesi çok yüksek
olan âlim.
daire-i ilim:
ilim dairesi.
ehemmiyet:
önem, değer, kıymet.
evliya:
veliler, Allah dostları.
fetih:
kuşatma, ele geçirme, zap-
tetme.
fevkalâde:
olağanüstü.
fütuhat:
zaferler, fetihler, galibi-
yetler.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
güya:
sanki.
hakikî:
gerçek.
hemşehri:
aynı şehirli, aynı mem-
leketli.
himmet:
manevî yardım, ihsan,
lütuf.
hiss-i kablelvuku:
Bir şeyi vuku-
undan önce hissetme, bir hadise-
nin gerçekleşmesinden önce
kalbe doğması.
hissiyat:
hisler, duygular.
hizan:
Bitlis’e bağlı bir kaza ismi.
iftihar:
övünme.
ihtar:
dikkat çekme, hatırlatma,
uyarı.
ilim:
bilgi, marifet.
kahramanâne:
kahramanca, yi-
ğitçe, cesurca.
karye:
köy.
kaza:
ilçe.
kutup:
evliyalar içerisinde zama-
nın en büyük mürşidi olan.
kürdistan:
Osmanlı devleti zama-
nında bir coğrafî bölge adı.
masum:
suçsuz, günahsız, saf, te-
| 106 | Emirdağ Lâhikası – ı
miz.
medar-ı bahis:
söz konusu,
bahsetmeye sebep olan, ve-
sile olan.
mesele:
konu.
münazara:
bir konu üzerinde
belli kurallara uyularak yapı-
lan tartışma.
münazara-i ilmiye:
ilmî soh-
bet ve tartışma.
nahiye:
idarî teşkilâtlanmada
kaza ile köy arasındaki ka-
deme; bucak.
nam:
ad, isim, lakap.
nimet-i ilâhîye:
Allah’ın ni-
meti, lütfu, ihsanı.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
Nurs:
Risale-i Nur’un müellifi
Bediüzzaman Said Nursî’nin
doğduğu, Bitlis’in Hizan kaza-
sının İsparit nahiyesine bağlı
olan köy.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
rûy-i zemin:
yeryüzü.
seyda:
Bediüzzaman’a bu
isimle de hitap edilirdi.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tâbî:
bağlı, uyma.
talebe:
istekli, öğrenici.
tarikat:
Allah’a ulaşmak için
şeyhin gözetiminde müridin
takip edeceği terbiye usul ve
yolu.
temeddüh:
kendi kendini
övme, kendini methetme, bö-
bürlenme.
ulema:
âlimler, bilginler, ilim
sahipleri.
vaziyet:
durum.
vilayet:
il.
zekâvet:
zekilik; çabuk an-
lama, kavrama kabiliyeti.
ziyade:
fazla, fazlasıyla.