Burdurlu Hasan Efendi isminde ehl-i kalp bir ahiret kardeşim ve talebem vardı; bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir velîden himmet beklemek gibi, bîçare benden medet bekliyordu. Birdenbire, hiç münasebet yokken, Otuz İkinci Söz’ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalâa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: “Şayet Burdur’a gidersen Hasan Efendi’ye ver, beş altı gün mütalâa etsin.”
O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi’ye vermiş. Hasan Efendi’nin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi, öyle de Otuz İkinci Söz’e yapışmış. Mütemadiyen mütalâa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde tamamıyla derdine deva bulmuş. Ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş (rahmetullahi aleyh).
Dördüncü Misal: Hulûsî Bey’in Yirmi Yedinci Mektub’daki fıkralarının şehadetiyle en mühim ve müessir tarikat olan Nakşî tarikatinden ziyade himmet ve medet, feyiz ve nuru, esrar-ı Kur’âniyenin tercümanı olan nurlu Sözlerde bulmuştur.
Beşinci Misal: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Sözü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillâh, kurtuldum; çıldıracaktım. Bu Sözlerin her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum” diye yazıyordu. Ben baktım ki hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.
Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun, âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun, çok fark yoktur.
Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum; benden mum ışığı –bahusus bende bulunmazsa– istemek manasızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, manevî yardım ile, hatta himmetle muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve medet istemem benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.
Mektubat, 28. Mektub, 3. Mesele, s. 415-416
LÛGATÇE:
edviye-i ruhaniye: ruh için devâlar, çareler, ilaçlar.
kutb-u a’zam: en büyük kutub, birçok Müslümanın kendisine bağlandığı büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi.
muhabbetullah: Allah sevgisi.
tefeyyüz: feyizlenme, manevî gıda alma.
ulûm-u imaniye: iman ilimleri.