- Avam-ı nastan, [halk tabakası] hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir. Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz.
- Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım.
- İman dersiyle herkesin kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar.
- İman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar.
- İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma.
- İman hizmeti, iman hakaiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir, hiçbir şeye tâbi ve âlet olamaz.
- İman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir.
- İman noktasında, ahbapsızlıktan gelen elîmâne bir hüzün değil, belki başka, güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmaktan gelen lezizâne bir hüzün veren bir tazelen- mektir.
- İman olmazsa: nasıl ki kör, sağır, dilsiz, akılsız adama herşey mâdumdur [yok, ölü]; imansıza herşey mâdumdur, zulümatlıdır.
- İman ve İslâm’ın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı Müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı Müslim kaldığı halde iman eder.
- İman ve tevhidle bakan, âlemi nurlu görür ve illa [aksi takdirde] âlemi zulümat içerisinde görecektir.
- İman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin [latifeler, duygular] hisseleri var.
- İman, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. İse, o nuru açar bir anahtardır.
- İman, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.
- İman, ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür.
- İman, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.
- İman, mal-ı umumîdir. [umumun malıdır]
- İman, semavat ve arzı ihata eden bir daire kadar tevessü eder [genişler].
- İman, vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli [dostça] bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbab [dostların toplanma yeri] olduğunu biaynelyakîn, bihakkalyakîn gösterdi.
- İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misali güneşten ta deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esma-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var.
- İmanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahatte bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.
- İmanı kazanmak ve iman ile bu dünyadan dâr-ı saadet-i bâkiye gidebilmek insanların her meselesinden üstün en büyük davasıdır.
- İman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlup olur.
- İmanın istinad ve istimdat noktalarını hâvi olmasından, elhamdülillâh demesi iktiza eder.
- İmanın itasıyla, [verilmesiyle] mezkûr sofralarla beraber, Esma-i Hüsna’da iddihar edilen [toplanan] defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor.
- Nur-u iman o elemleri teceddüd-ü emsal [benzerlerinin yenilenmesi] ve tahaddüs-ü visâl [kavuşmayı tahmin etme] ümidiyle izale eder [ortadan kaldırır].
Kaynaklar:
Risale-i Nur Külliyatı