Kâinat kitabının arz sayfasında yaz sonu ve güz başı, iki farklı mevsimin renkleri gönül aynamıza birlikte yansırlar.
İç içe dürülmüş âlemlerin değişen ruh dünyamıza hitap eden sanat harikaları, güzel nakışları, hoş terennümleri, latîf sanatları ve ihsanları hayatın ve zamanın çehresine perde perde yansır. “Evet bu kâinat, bin birlikler perdesi içinde sarılı bir gül goncası gibidir.” (Şualar, s. 28.)
Bir ulvî sürür verir sabahın aydınlığı, Sultandağı’nda güneş doğarken ufuklardan. Yeryüzü hazinesi çok sesli çığlıklarla tevhid delillerini fısıldar kulaklarımıza rüzgârın sesiyle. Gözümüzün uzandığı yerlere kadar renklere boyanmış, süslenmiş tabiatın konuşan manzaraları tefekkür âlemlerine alır götürür bizleri…
Akşamların şairleri konuşturan işvesi başka olur. Güneş ufuktan batarken gecenin lâhutî ve hafî zikri, aşk-ı hakikînin en münteha eşiğine alır götürür kalbimizi. “Kızıl alevlerle yanarken sular, / Bendeki ateşi yakıyor akşam.” Başka bir şair, “Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...” Geçen yılları, ömür ağacından dökülen sonbahar yapraklarına benzetmiş. Ağlamak beyhude…
Sultandağı’nda her mevsimin farklı güzellikleri olur. Dağların yüksekliği, sessizliği, tenhalığı insan hissiyatına saflığı, sadeliği, nezafeti, nefaseti telkin eder. Zihinleri, Hakkı taharriye, tefekküre, tezekküre sevk eder. Sultandağı’nın zirveleri gür ormanlarla kaplanmış, eteklerindeki bahçelerde olgunlaşmış kırmızı meyveler dolup taşmış…
30 Ağustos günü Sultandağı’nda başlayan “okuma programı” Yazın sonu ile Sonbaharı birlikte idrak ederek gerçekleştirdik. Kâinat kitabının ibret veren intizamı, tefekkür ve hayretle düşünmeye; Risale-i Nur tefsiri ile Kur’ân’ın ulvî manalarını, sırlarını, hakikatlerini mütalâa ile anlamaya çalıştık. Aklımızı, kalbimizi, ruhumuzu ve bütün hissiyat ve latîfelerimizi ilmî, derunî, lâhutî, manevî iksirlerle nurlandırdık.
Yaz meyvelerinin rengarenk olgunlaşmış zenginliği ile güz mevsiminin iftirak hüzünleri, güz yapraklarının hışırtısını ve canlıların terhis ve ölüm ürpertilerini birlikte tefekkür ettik. Yaşlı gezegenimizde ahirzaman düşünceleri, ikindi vaktine benzeyen ihtiyarlığı ve güneşin batı ufkundaki kızıllıklarını, gökyüzünde bulutlarla uçuşan göçmen kuşlarını ibretle beraber seyrettik.
30 Ağustos’ta evlerin balkonlarında dalgalanan bayrağımız, tarihin mazi derelerinde vatan savunmasında kan dökerek bu toprakları miras bırakan ecdadımızın şehit ve gazilerini minnet ve dua ile hatırlattı.
Bediüzzaman Said Nursî, gönüllü milis albayı olarak Pasinler cephesinde Ruslarla savaşmış, Gevaş savunmasında bulunmuş. Bitlis savunmasında yaralanmıştır. Soğuk, kar, açlık ve uykusuz şartlarda suyun içinde yaklaşık 34 saat beklemiş. 19 Şubat 1916’da yaralı vaziyette Ruslara esir düşmüş, madalyası olan bir savaş gazisidir… Bediüzzaman, Afyon Cezaevi’nde müdüre, penceredeki bayrağı göstererek: “Bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır!” demiştir.
Konya Beyşehir Çetmili Ali Çavuş’un destansı hikâyesi... 1912’de oğlu Mehmet 8 yaşında iken çeşitli cephelerde 11 yıl savaşmış. Kurtuluş Savaşında Afyon Kocatepe’de 19 yaşındaki oğlu Mehmet Onbaşı ile tevafuken karşılaşır. 31 Ağustos 1922’de Yunan bozgununda Ali Çavuş, Oğlu Mehmet Onbaşının kollarında şehit olmuş bir vatan evlâdıdır…
Sonbaharda Sultandağı’nın güzellikleri, zenginlikleri, manzarası her türlü fikirleri, mülâhazaları, tefekkürleri önümüze serdi… Hoş bir zamanın koynunda ilim, iman, irfana daldık, Eylül sabahında uyandık ve yeni bir âleme adımlar attık…