18 Temmuz 2014, Cuma
Gürültülü ortamlar çok rahatsız etmezdi onu. Hatta mümkün olduğunca sessizlikten kaçardı. Kendiyle başbaşayken bile sesli düşünmeyi severdi. Kim bilir, belki kendi sesini duymaktan korktuğu için böyleydi. Gerçi zaman zaman yüreğini dinlemek ona iyi geliyordu, ama yine de alışık değildi sessiz yaşamaya. Bir de gençliğin coşkusu eklenince bu haline, sesli yaşamak onun tarzı oluvermişti.
Ömrünün ikindi demlerine vardığında ise coşkunun yerini, sükûnetin arkadaşlığı alıyordu artık. Belki bu yüzden sessizliği de yavaş yavaş sevmeye başlamıştı.
Bir Cuma sabahı işe giderken, sokaklardaki sessizlik ilk defa dikkatini çekmişti. Her zamanki geçtiği yerlerdeki sakinlik şaşırtıcı gelmişti ona. Dünya sanki sükût etmiş, herkes bir yerlere kaybolmuş gibiydi.
‘Ramazan nefisleri susturduğu gibi sokakları da susturmuş’ diye geçirdi içinden. Ramazan’la şehre gelen bu sükûnet hali hoşuna gitti. Gerçi yaşanan sessizlik iftara kadardı, ama olsun, bu bile yeterdi ona.
Cuma namazı için hazırlığını tamamlayıp, mescidin yolunu tuttu. Dünyaya ait olanı ardında bırakıp, huzur-u İlâhide sessizce diz çökmek ve sadece kalbini dinlemek istiyordu.
Uygun bir yer bulup oturdu ve Vahyin Sesi’ne bıraktı kendini. Ama bir süre sonra fısıltının ötesindeki sesler dikkatini çekti. Bazı gençlerin cami adabına uymayacak şekilde hem konuşuyor, hem de cep telefonlarıyla bir şeyler yapıyor oluşu onu rahatsız etti.
Ve ne yazık ki artık bir çok cami de durum bundan farklı değildi ve insanlar artık cami adabı ve edebinden bîhaberdi.
‘Dünyanın tantanası camilere de dolmuş’ diye düşünürken, bir yandan da öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu.
Ezan okunmuş, namaza geçilmişti. Hoca minbere çıkmış ve hutbeyi okumaya başlamıştı. Aynı gençler de kendi aralarında konuşmaya devam ediyordu.
İçinden bir ses, onlara ‘Susun artık’ demek istedi. Ama hutbe okunurken konuşmaya izin yoktu. Artık hutbeyi değil, öfke ve kızgınlığının sesini dinlemeye başlamıştı.
Sonra, gençleri süzdü bir müddet. Hayata dair bir çok şeyden habersiz ve umursamaz halleriyle tam günümüz gençliğiydi.
‘Bu davranışların tek suçlusu kendileri değil elbet’ diye düşündü. Aileler, eğitim sistemi, toplum da bu durumdan sorumluydu. Gençlerimize cami adabını lâyıkıyla öğretemediğimiz için, aslında biz suçluyduk. Çünkü onlar, 28 Şubat soğuğunun üşüttüğü çocuklardı.
Belki bu yüzden üzerinde bir sorumluluk hissetti ve onlarla konuşmaya karar verdi. Hutbe esnasındaki hallerinin onları büyük bir faydadan mahrum bıraktığını nasıl söylemeliydi? Çünkü hâlâ içinde küçükte olsa bir gerginlik vardı ve onları kırmak istemiyordu.
Önünde giden o gençlerden birinin omuzuna dokunarak, kısık sesle ‘Allah kabul etsin’ dedi. Genç biraz şaşkın şekilde başıyla mukabele etti. Tebessümkâr bir yüzle ‘Size çok büyük bir fırsattan haber vereyim mi?’ diye sordu.
Diğer gençte arkasına dönerek mahcup bir şekilde kulak kabarttı ve evet dercesine başlarıyla onayladılar.
‘Allah Rasulü (asm): Kim Cuma günü namaza gelir ve hutbeyi sessizce dinlerse, Allah diğer Cuma gününe kadar işleyeceği günahları affeder. Hatta üç gün daha ekleyerek on güne tamamlar demiş. Ne büyük bir fırsat değil mi?’ deyince, gençler utangaç gözlerle birbirlerine baktı.
‘Bu büyük fırsatı yakalamak, bugünün en güzel kârı olsa gerek’ diye sözünü tamamladı. Gençler sadece ‘Allah razı olsun’ diyebildiler.
Birbirlerine veda ederlerken, kalplerinin sesini artık daha rahat duyuyorlardı.
Gerçekten de kavl-i leyyinin sesi ne güzel bir sesti.
Okunma Sayısı: 2029
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.