Yazımıza bir başka başlık da "Sual tuzağıyla imtihan edilen imanımız", olmalıdır.
Mantıklı olmayan suallerdeki tuzağa dikkat edilmeli. Meselâ, “Allah, kendinden büyük taş yaratır mı?”, sualine bakalım. Bu sualde mantık sakattır. Suale dikkat etmeden “Ne var ki, elbette yaratır.”, denilirse o zaman taş, Allah’tan büyük olur. “Yok, yaratamaz” dersen, bu sefer de Allah’ın gücü yetmiyor, denilir. İki yönüyle sakat olur, çünkü sualin kendisi sakattır. Cevaptan ziyade mantığı tashih etmek gerekir. Allah’ı Halık; taşı da mahlûk olarak kabul ettikten sonra gerisine cevap vermek kolaylaşır. Bu sebeple tuzak dolu suallere dikkat etmek gerekir. Vazifesi fesat olan sualler tehlikelidir. İnsan, üzerine vazife olmayan suali sorar, eline ayağına bulaştırır.
Bir başka husus ise, olmuş olan şeyin kıdemi için fikir yürütmenin ne mantığı olabilir ki? Ağaç olmasaydı meyve olur muydu, sualinin mantığı nedir ki? Yaratılan, ağaç ve meyvedir ve ikisi beraber yaratılmıştır, vakıa budur. Dolayısıyla kader her ikisini bir ve beraber kuşatmıştır.
Burada bir başka husus daha var, o da cüz-i ihtiyârîyi önemsiz kılmak için doğru zannedilen sualler karşımıza gelir. Söz konusu ayet ya da hadisi eğip bükerek getirmek istediği alana sözü getirip suali ortaya koyar. Zannedilsin ki bu sual ile hak aranıyor. Sualin içinde gizlenen cebrî zihniyet, Allah’ın eşya ve hâdiseye hâkimiyetine saklanarak cüz-i iradeyi, kadere mahkûm eder ve hâkimiyet gösterilirken hakîmiyet kapatılır.
Doğrudan iradeyle alâkalı bir husus daha var:
Şartların çok ağır olması intiharı meşrulaştırmaz
İradenin kullanılamaz hâle getirilmesiyle hâsıl olacak vaziyet konu haricidir ancak iradenin kullanılamaz olduğu zannı da nefsin bir çıkarımı ise o da bir hiledir, oyuna gelmemek gerekir.
Fıkıhta boşanmayı meşru gören şartlar bellidir, bunların ötesinde, kişilerin kendi icad ettikleri gerekçelerle yapılan boşanmalara cevaziyet aramak için “ne yapsın, başka çaresi yoktu”, gibi ümitsizlik aşılayarak, çaresizliğe sığınılması da hatadır.
İman, kabuldür. Sadece akıl yürütülerek yapılan bir tasdik olarak görülürse Mutezile itikadına düşülür. Din bir imtihandır, Allah’ın istediği kulluğa uyup uymamak ise tecrübe, aradaki sebepler ise kulluk imtihanındaki kemale erme vasıtalarıdır. Bu açıdan bakıldığında yaşanılan ağır şartların hikmeti anlaşılır. Bunu Kader Risalesi’nde geçen şu misalle anlamak mümkündür:
Mahir bir terzi kendi hünerini görmek için birisini, diktiği elbiseyi prova yapmak üzere ücret karşılığında kiralar. Onu oturtur, kaldırır; diktiği elbiseyi keser, biçer ve diker. Bu hareketlerden bıkan o adamın itiraza hakkı var mıdır? Aynen onun gibi Hâkim ve Hakîm olan Rabbimiz isim ve sıfatlarını vücud, hayat ve nihayetinde cennet gibi ücrete mukabil bizden kulluk ister. Sabûr isminin kuldaki tecellisini gösterircesine her nev’î meşakkate sabrederek tahammül etmek, bu esnalardaki hikmeti düşünmenin yanında bu hâllerin kulluğa zarar verme ihtimalinde de hayır ve hayra değişimi için dualara icabet eden manasındaki Mucib ismi gereği dua edilmelidir.
Ne kadar zor olursa olsun bunlar, imtihan haricindeki savunmalar olup; nefsin, duygu ve aklı ikna ama vicdanı susturamadığı kulluk minderi dışında ürettiği gerekçelerdir.
Allah, kulunu imtihan eder ama kul, Allah’ı imtihan edemez.