Genel anlamda ifade edilen şu “Kalbe gelen ilham ve ihtarata şekil vermek benim elimde değil” tesbitinden, kalbe doğanlarda âdeta tasarruf elde değil, diye anlaşılır.
Bu metni Yirmi Sekizinci Mektub’un Yedinci Meselesi’ndeki şu tesbite dayanarak değerlendirmek gerekir:
“Elli altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki, değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tetkikin sa’y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmî ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Hâlbuki o hakaikin çoğunu, büyük Âlimler ‘Tefhim edilmez.’ deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmî bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve ‘Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor.’ diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât ve suhulet-i beyan, elbette, bilâşüphe, bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.”1
Özetle; Risale-i Nur’un ekserisi zuhuratla telif edilmiştir. Böylesi zuhuratla meydana gelen eserin tabiî hâline dokunmak şöyle dursun, zahiren muğlak, anlaşılmaz ifadelere bu nazarla bakmak icab eder.
Bu ifadeler, sırf Said Nursî’yi medhetmek için sıralanmış değildir. Risale-i Nur ise onun vasıtası ile ikram edilen bir tefsirdir. İkram edilen bir nimeti getirenin üstüne başına bakmak, ona göre hüküm çıkarmak, nimete saygısızlıktır. Kaldı ki Said Nursî şöyle der:
“Aziz kardeşlerim, Üstad’ınız lâyuhtî [hatasız] değil... Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhamiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.”2
Her şey açık ve anlaşılır durumdadır. Kul, kendini kusurlu görmelidir, mütevazi olmalıdır, kusurlar büyütülmeyip sulhla örtmelidir, müşavere ile hareket etmelidir, hatasız sadece Allah’tır, bunu böyle bilip böylece amel etmelidir.
Bediüzzaman, bu ve emsalî eserlerinde mütevazi duygu ve ifadelerle tabiî hâlini arz eder. Onu dinleyenlerin hatıralarında da benzeri ifadeler var: “Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur.”3
Onun şivesi, üslûbu gibi müşküldür ama “En mu’dil [zor] meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir.”4 diye tesbit edilen hakikati de unutmamak gerekir.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 441.
2- Barla Lâhikası, s. 170.
3- Tarihçe-i hayat, s. 642.
4- Age.