Dükkândayım ve oturduğum yerden, personelimi ve müşterileri izliyorum.
Bu ara, içeri girerek fiyatları soran müşteriler de gözümden kaçmıyor değil. Onlar sanki birer ekonomi uzmanı gibi sürekli fiyatları takip ediyorlar, yetmedi ellerindeki telefonlarla altın döviz fiyatlarını anlık yayınlayan firmaların programları indirerek oradan da takip ediyorlar. İşte bu noktada yazının başlığına “Ne olacak vatandaşımın hâli?”, sualini de eklemeliyim, sanırım.
12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası idi, ilk seçimlerin propaganda sırasında sonradan iktidar olan adaya sorarlar:
-Siz, muhafazakâr bir kimliğe sahip iken, o kadar çok ekonomiden bahsediyorsunuz ki âdeta bir sosyal demokrat gibi, burayı açıklar mısınız?
-Evet, bizim iktidar olduğumuz dönemde herkes ekonomi ile ilgilenecek…
Bu hatıra canlandı zihnimde ve demek ki ilgili-ilgisiz herkesin ekonomiyle ilgilenme işinin temeli o yıllarda atılmış, diye aklım not düştü.
Elindeki çantasını biraz zorlanarak tezgâhın üzerine çıkaran müşteri, satmak istediğini ifade etti ve personel hesabı yapıp rakamı açıkladı, yapılan kısa pazarlık sonunda anlaştılar ve sıra geldi ödemeye.
Parayı nakit istemediğini, eft yapılmasını söyledi ve hemen ardından bu kadar parayı taşımanın güvenlik açısından sıkıntılı olduğu bir yana onu koyacak kadar çok büyük bir çantanın olması gerektiğini de bir solukta söyleyiverdi.
Hayalim yine gitti gerilere. Altmışlı yılların son çeyreğinde, ilkokulumuzun karşısındaki binayı satın alan bizim köylüler, ödeme esnasında, parayı yanlış saymamak için babamı dâvet ettiler, köye. Rahmetli babam bizi de götürdü. Ortaya sofra bezi gibi bir bez serildi, paralar sayıldı, destelendi ve nihayet satıcıya yüz bin lira teslim edildi. Ne kadar garip değil mi?
Sirkeci’de Doğubank İş Hanı karşısındaki bankadan parayı çeken ama yanında çanta taşımayan babamın, cebinden çıkardığı köylü mendiline çıkıladığı parayı, Reşat altını toptancısına getirdiğini hatırladım aynı anda. Ve 2023’lerin ülkesinde satın aldığı tarlanın parasını dört bavulla taşıyarak koca masanın üzerinde dört kişinin saydığı rakam ise dört milyon idi.
Tezgâhtaki müşteriye ödemeyi yapabilmesi için banka hesabını kontrol eden personel İsmail, bir çay söyleyerek beklemeye aldı. Telefon ile, aldığı bilgileri girerek havaleyi yaptı. Aldığı altınlara gider pusulası kesti, müşterisine verdi.
Diğer personel Selim, biraz önce sattığı altının paralarını para sayma makinesinden saymakla meşgul idi. Hüseyin de sayılanları desteleyip, aşağıdaki koliye atıyordu. Sanmayın ki bunları reklam için yapıyorum, asla!
İsmail, satın aldığı altınları daha yerine yerleştiremeden içeri giren müşteriye buyur etti, hoş beşten sonra satın almak istediği altının biraz öncekiler olduğunu anladı ama fazla sevinemedi.
Ödemeyi banka kanalı ile yapmak istediği müşteriyi, yorgun göz ve vurgun kafa ile dinlemeye çalıştığı hâlinden belli oluyordu. Kulakları zaten işlemez oldu.
Müşteri, banka aracılığıyla yapma sebep ve gerekçelerini daha bitirememişti ki eliyle fatura koçanına uzandı ama işlemin meblağı, kâğıt faturanın kesilmesini aşıyor, e-faturaya giriyordu. Tezgâhın yan tarafından kafasını uzatan müşteriye de çeyrek ve atanın fiyatlarını cevaplamaya çalışıyordu.
Yorgun ve bitkin gözlerinin, o kadar omuzların arasından üzerime geldiğini fark ettim. Yardım istiyordu, işlem o kadar uğraştırıcı idi ki pratikte yetişmek mümkün değildi. Tereddütlü adımlarla o müşterinin yanına gidip, laf atarak yanıma çektim, geçmişten bahsederek gelen çaylarla oyaladım. Bu süre içinde İsmail, biraz kendine geldi ve hazırlığa başladı.
Ufak paraların ne tadı kaldı ne de adı! Ufak altının adı, artık ufak değil! Büyüklerin bedeli olan rakamı hatırlayınca büyük ifadesi de yetmiyordu. Dün bir avuç olanının parası cebe sığıyordu ama bugün çantaya sığmıyor. Ne olacak paramın hâli, diye hayıflanırken, yorgun dizlerim, köşedeki yerime gelmeye zor dayandı. Derdimi anlatmaya, köşemin hacminin dayanamadığını henüz söyleyemedim bile.