Komşuyuz; komşu kalmalıyız
İlâhî takdirin sevkiyle asırlarca aynı topraklarda insanca ve komşu olarak yaşadığımız Ermenilerle, yine aynı kaderi paylaşmaktan ve yine dost-komşu vaziyetini tercih etmekten başka çaremiz yoktur.
Bu kaderî müşterekliğin hatırına, son yüz yılda yaşanan acıları dindirmeye, yıkılan köprüleri onarmaya ve açılan yaraları tedâvi etmeye vargücüyle çalışmak durumundayız.
Bundan her iki taraf da kazançlı çıkar; aksine hareket ise, hepimize zarar üstüne zarar verir.
Bu kanaatimizi ifade ettikten sonra, durum tesbiti noktasında, bir önceki bölümde kaldığımız yerden konuya devam edelim.
Savaş ortamında derinleşen yara
Birinci Dünya Harbi yıllarına (1914-15) gelindiğinde, Osmanlı’nın genel durumu, eskiye nazaran çok daha vahim bir tabloya dönüştü.
Hiç hesapta olmamasına rağmen, Osmanlı Devleti kendini bir anda savaşın ortasında buldu.
Yedi cephede birden savaşa katılan Osmanlı’ya, en ağır darbe Kafkas Cephesinden geliyordu.
Zira, bu cephede kış hazırlığı olmayan Osmanlı ordusunun karşısında, Rusya'nın kış şartlarında eğitim görmüş, ateş gücü yüksek, kalabalık ve dinamik Kafkas Orduları vardı.
Dahası, aynı cephede 50 bin kişilik silâhlı birlik teşkil eden Ermeni çetecileri, Rus kuvvetlerinin safına iltihak etmiş durumdaydı.
Bölgenin haritasını ve coğrafî konumunu iyi bilen bu çeteciler, Rus kuvvetlerine hem lojistik destek sağlıyor, hem kılavuzluk ediyor, hem de savaş ahlâkıyla zerrece bağdaşmayan bir saldırganlıkla köylere ve yerleşik sivil halka yönelik katliâmlarda bulunuyorlardı.
Dehşet uyandıran bu "müttefik kuvvet" karşısında, Osmanlı tarafı çok büyük zayiat veriyordu. Kars, Sarıkamış ve Erzurum taraflarından başlamak üzere, önemli şehirler, kasabalar, köyler bir bir düşüyor, elden gidiyordu.
Nihayet, Mayıs 1915'te koca Van şehri de düşüp elden gitti. İşte, Tehcir Kànunu tam da bu tarihte ve bu vesileyle Meclis’ten geçirildi. Van’ın sukûtu ve müttefik işgal kuvvetlerinin Muş-Bitlis istikametine doğru katliâm yapa yapa ilerleyişi, bir nevi bardağı taşıran son damla oldu.
Yaşanan şey “Mukatele”dir
Tehcir Kànunu çıktıktan sonra, gerilim daha da yükseldi ve taraflar arasında artık durdurulmaz ve önüne geçilmez bir "mukatele" hali yaşanmaya başladı. (Mukatele: Karşılıklı kıyım, kırım, katliâm...)
Bu fecî hallere sebebiyet veren geçici "Tehcir Kànunu", yaklaşık bir sene sonra, yani 1916'da yürürlükten kaldırıldı. Bunun üzerine, Suriye, Lübnan ve başka taraflara giden Ermeni vatandaşların bir kısmı memleketlerine geri döndü. Mühim bir kısmı ise dönmedi, yahut dönmeyi göze alamadı.
Tehcir Kànunu gereği yapılacak işlemler için kâğıt üzerinde yazılan hususlarda herhangi bir hata-kusur görünmüyor.
Ne var ki, Anadolu’nun en eksi ve yerleşik kavimlerinden biri olan Ermenilerin yerlerinden-yurtlarından sökülüp başka tarafa sevk edilmesi esnasında, adeta yaşanmayan acı, keder, ıztırap kalmadı.
Anadolu’nun hemen her tarafından toplanan ve yekûnu bir milyonu aşkın Ermeni nüfusun büyük bir kısmı, sürgün esnasında dağlarda, yollarda, çöllerde telef oldu.
Mühim bir kısmı da, “Bunlar gàvurdur” diyerek onları katliâm ile mallarını gasp eden—zulümde gàvurdan beter—eşkıya çetelerinin saldırısına mâruz kaldı.
Bediüzzaman’ın insanî tavrı
Savaş yıllarında Milis Alayı Kumandanı olan Bediüzzaman Said Nursî’nin Ermenilerin mâsum kesimine karşı sergilemiş olduğu tavır, doğrusu insanlık dersleriyle dolu bir tabloyu canlandırıyor.
Kafkas Cephesinde Miralay rütbesiyle harbe iştirak eden Bediüzzaman, Ermenilerin mâsum kadın, çocuk ve yaşlılarını koruma çemberine alıyor ve ardından götürüp Rusların içindeki âilelerine teslim ettiriyor.
“Tarihçe-i Hayatı” isimli otobiyografisinde, bu hususla ilgili ifadeler aşağıdaki gibidir.
“...O muharebeler esnasında, Ermeni fedâileri bazı yerlerde çoluk-çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said, askerlere "Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti.
“Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler.
“Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek adetini bırakıp ‘Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz’ diye ahdettiler.
“Molla Said, bu sûretle o havalideki binlerle mâsumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.” (Age, s. 99)
1996’da Nurs ve Hizan’da görüştüğümüz yaşlı zatlardan, bu gerçeği bizzat dinleyerek de öğrendik.
(Devamı var)
***
@salihoglulatif: Henüz 9 yaşında iken kalp rahatsızlığından vefat eden Çorlu’daki Murat Cansız kardeşimizin yeğenine Allah’tan rahmet diler, taziyetlerimizi sunarız.
* * *
Sakarya’dan Saadettin Ağabeyin başarılı bir operasyon geçirdiğini duyduk. Cenâb-ı Haktan âcil şifâlar diliyoruz.