Tam 33 yıl (1876-1909) müddetle padişahlık yapan Sultan II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918'de, ikamet etmekte olduğu Beylerbeyi Sarayı’nda son nefesini vererek Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Yazının hemen başında, bu “Son kudretli padişah” ile ilgili önemli bazı tevâfukları nazara vererek, konuya öyle devam edelim.
BİR: Sultan II. Abdülhamid, tahta geçtiğinde 34 yaşındaydı; 34. padişah oldu ve saltanatının 34. senesine girerken, bir askerî darbe sonucu tahttan indirilmiş oldu.
İKİ: Sultan II. Mahmud'un torunu ve Sultan Abdülmecid'in oğlu olan Sultan II. Abdülhamid, Milâdî 1876 senesinde padişah oldu. Bir tevâfuk eseri olarak, 76 yaşında iken de vefat etti.
İfrat, tefrit, vasat...
Şüphesiz, dostu kadar düşmanı da vardı, Sultan Abdülhamid'in. Aynı şekilde, meddahı kadar bedduâ edeni de vardı onun.
Gözü kapalı şekilde dost veya peşin hükümle bakarak düşman olanların hemen tamamı, ne yazık ki onun “şahsiyet” ile “siyaset”ini birbirinden ayırmadılar. Onun bu farklı yönlerini, neredeyse aynı kefeye koydular; haliyle, yorum ve değerlendirmelerini de aynı ölçü ve kıstas ile bakarak yaptılar.
Padişah'ın meddah ve muhasımlarının yanı sıra, ayrıca bir "vasat-orta yol" bularak şahsından ziyade politikasını, şahsî hayatından ziyade hükümet icraatını tenkit edenler vardı ki, bunların sayısı hem çok az, hem de bu yönleriyle pek bilinmiyorlar. Zira, insanların çoğu bir konuda veya bir kişi hakkında tahkik ehli olmak yerine, tarafgir olmayı ve adeta renk körlülüğü özrüyle siyah-beyaz kolaycılığına sapmayı tercih ediyor.
İşte, siyah-beyaz kolaycılığıyla hareket edenlerin bir kısmı "Ulu Hakan" dedikleri Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti ile birlikte siyasetini de göklere çıkarırcasına meddahlık yaptılar; ki, aynı minvâl üzere gidenlere bugün de rastlamak pekâlâ mümkün.
Kezâ, aynı tarafgirlik marazıyla hareket eden bir başka gürûh ise, düşmanlıkta sınır tanımaz bir tavırla ona "Kızıl Sultan" damgasını vurdular; ki, bunların da nesli henüz tükenmiş değil.
Saltanat Selâniklilerde
Nisan 1909'da Hareket Ordusu’nun kurmay kadrosunu teşkil eden Selânikli subaylar ile "hal kararı"nı tebliğe giden heyetin başındaki Selânik mebusu Yahudi asıllı Emanuel Karasso'nun temsil ettiği "darbe cuntası", Osmanlı tahtından indirdikleri Sultan Abdülhamid ile bir bakıma yer değiştirdi: Padişah Selânik'e gönderilirken, Selânikliler de Padişahın tahtına oturup yetkisini kullanmaya başladı.
* * *
Bediüzzaman Hazretleri, Ve'l-Asr Sûresi’nin asrımıza bakan vechesini tefsir ederken, başımıza gelen maddî-mânevî "hasâret ve musîbetler" silsilesinin 1909'daki "tebeddül-ü saltanat" ile başladığını beyan ediyor ve bu dehşetli belâ zincirinin halkalarını şu şekilde sıralıyor: Libya ve Ege Adalarını kaybettiren İtalyan Harbi, Balkan Harpleri, Büyük Dünya Harbi, Mondros Mütarekesi, İstiklâl Harbi, Sevr Muahadesi, mânevî hasârete kaynaklık eden ve İslâm şeairlerinin darbe vurulmasına sebebiyet veren Lozan Muahadesi ve nihayet İkinci Dünya Harbi esnasında bu vatanda yaşanan açlık, kıtlık, kuraklık denen kaht û gala, yangınlar, depremler, vesaire...
Doğru açıdan bakış
Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca ifrat ve tefritten kaçınarak "vasat yolu" tercih ettiği gibi, Sultan Abdülhamid devrinde de aynı istikametli çizgiyi takip etmiştir.
Etrafında, özellikle siyâseten aşırı uçlara gidenleri görünce, böylelerine karşı mesafe koyma cihetine gitmiş ve kendi mesleğini "siyasetteki muktesit meslek" tâbiriyle formülize etmiştir. Bu formülü biraz daha açmak gerekirse...
Muktesit, iktisat mânâsıyla bağlantılı bir tâbirdir. İktisatlı olmak, israf ve cimrilikten kaçınmak; dolayısıyla, ifrat ve tefrite düşmeden "hadd-i vasat" denilen "orta yol"u bulmak, bu yolu benimsemek ve bu vasat çizgiden ayrılmamak demektir... Ki, Said Nursî de ömrünün sonuna kadar, hiç inhiraf etmeyerek daima bu meslekten gitmiştir.
Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde siyasette vasatı terk ederek ifrat ve tefrite düşenlere de şahit olduğunu ve kendisinin bu tür kimselerle müşterek hareket etmediğini şu şekilde ifade ediyor:
"...Maatteessüf, sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim.
"Ehli ifratın bir kısmı, o derece tecavüz etti ki, ehl-i kànunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (1876) olan Kànun-i Esâsîyi ve Hürriyetin ilânını (1908) tekfire delil gösterirdi. ...Çendan, onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim.
"İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır...
"Elhasıl: Hükümete hücûm edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi. Ben 'Haydar' derdim; şimdide 'Haydar' diyorum, vesselâm..." (Age, s. 125)