Nur, kimseyi incitmez. Yaralamaz. Kimseye zarar vermez.
Dolayısıyla, nurdan rahatsız olunmaz. Nurdan rahatsız olan yarasadır (huffaş) ve yarasa tabiatlı insanlardır.
İşte, bu mânada nurlu olmak, yahut nurcu olmak, şüphesiz ki nursuz olmaktan, yahut nurdan mahrûm kalmaktan çok çok daha iyidir.
•
“Nurcu” yahut “Nurcular” tâbirinin hayatımıza girmesinin üzerinden seksen yıldan fazla bir zaman geçti. Bu zaman zarfında “Nurcu” diye bilinen vatandaşlardan bir tek şahsın bu dâvâdan dolayı suça teşebbüs ettiği, cinayet işlediği, anarşi veya teröre bulaştığı tesbit edilebilmiş değil.
Kezâ, elli yıl süren (1935-85) mahkemelerin tamamı da beraatle neticelendi. Yani, hiçbirinin sâbıkası yoktur. Aynı şekilde, tescil edilmiş bir cezası da yoktur.
Şâyet, sâbıkası olanların varlığından söz eden olursa, bilinsin ki, o kimseler hakiki ve sâdık Nur Talebesi değiller. Belki, “Ben Nurcu, şucu-bucu değilim” dediği halde, sırf Nur’un sermayesinden istifade etmek emelimde olan kimselerdir, onlar.
Böyleleri olmuştur tabiî. Öyle ki “Siz Nurcu musunuz?” suâline karşı şu mânada bir tavır sergilemişlerdir: “Nurcu değilim; ama, yan cebime koyun.”
İşte bu tavır, Nurculuğu kullanmak ve istismar etmekten başka bir şey değildir.
•
Peki, “Nur”un özüne ve hakikatine bakınca neler görünüyor ve bu tâbir nasıl anlaşıyor? Daha doğrusu nasıl anlaşılması gerekiyor?
Biliyorsunuz “Nurun ala-nur” diye hoş bir deyim var. Yani, nur üstüne nur…
İşte, “Nurcu” tabirinin kökündeki “Nur”, dahası Risale-i Nur ismindeki Nur, buradaki “Nurun alâ-nur”un mânâ ve maksadı ile doğrudan bağlantılıdır.
Evet, bu Nur, bütün âlem, umum kâinat, hatta bilumum mukaddesat ile münasebettar olan parlak bir hakikattir.
Şöyle ki: “Risale” kitap demektir. “Nur”dan kasıt ise “Kur’ân”dır. Buna göre “Risale-i Nur”,
“Nur’un kitapları, yani Nur olan Kur’ân’ın tefsiri” demek oluyor.
Dahası var: Allah’ın nuru, Kur’ân’ın nuru, imanın nuru, İslâmın nuru, Muhammed’in (asm) nuru, Cennetin nuru gibi, bu nurânî zincirin halkaları ezelden başlayarak ebede kadar uzanıp gidiyor.
İşte, böylesi bir “Nur”dan mahrûm kalmak demek, zulmete mâruz kalmak, yahut mahkûm olmak demektir. Dolayısıyla, biz “Nurcu” olmayı da, bu nurânî âleme dahil olmak ve o nurânî zincire bağlanmayı murad etmek mânasında anlıyoruz. Tabiî, bu da bir nasip meselesidir.
•
Kısa kısa birkaç noktaya temas ederek nihayet verelim:
“Şeriat” demek, tamamiyle Kur’ân ve İslâmiyet demek olduğu hâlde, “Çok şükür ben Müslümanım” diyen çok sayıda insan bunu bilmiyor, anlamıyor, hatta anlamak dahi istemiyor. Çünkü, o “sözde Müslüman”, kendini “Şeriat karşıtı” biri olarak adeta fikr-i sâbit ile sâbitlemiş hâldedir.
İşte, doğrudan doğruya Kur’ân’ın nuru ile bağlantılı olan “Nurcu” ve Nurcular” tabiri de, benzer kimselerin kafasında ne yazık ki aynı fikr-i sâbite ile bambaşka çağrışımlar yapıyor. Oysa, “Nurcu” tabiri, deyim yerindeyse “Kur’âncı, imancı, Şeriatçı…” gibi nurânî mânalara tekabül ediyor.
•
Nurcularla ve Risale-i Nur ile münasebeti olmayan bir adam, “Nurcular” ile ilgili konuşmanın yapıldığı bir toplulukta, tam da tanışma faslı esnasında kendisinden şöyle söz etti: “Ben gerçek bir Nurcuyum” dedi. Herkesin hayretli bakışına mukabil olarak da şu espriyi patlattı: Benim eşimin adı Nur’dur; dolayısıyla, ben gerçek bir “Nur”cuyum.
•
Bir başka sohbetli tanışma faslından…
Grup içinde biri diğerine kasıtlı ve sıkıştırmalı bir tavır ile sordu:
- Beyefendi, siz Nurcu musunuz?
Yaşça küçük olan muhatap kişi şu mukabelede bulundu:
- Beyefendi, önce sizi tanısak daha iyi olur: Siz Nursuz musunuz?