Eski zamanda güç-kuvvet üstünlüğü sayesinde ileri gidilebiliyordu, fetih yahut işgal noktasında netice alınabiliyordu. Bu zamanda, bilhassa İkinci Dünya Harbinden sonra ise, durum bir hayli değişmiş görünüyor: Tek başına güç-kuvvet-şiddet sarmalı ile seçilen hedeflere varılamıyor, istenilen neticeye ulaşılamıyor.
Kısaca, kuvvet üstünlüğü ile daha çok yakıp yıkmanın, daha fazla kan ve gözyaşı döktürmenin ötesine kolay kolay gidilemiyor. Yirmi yıl (1955-75) kadar devam eden Vietnam Savaşı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir.
ABD ve müttefikleri bütün kuvvetiyle bu ülkeye yüklendiği halde, yine de hedefine varamadı, istediği sonuca ulaşamadı. Yirmi yılın ardından, geride yüz binlerce ölü ve yaralı bırakarak Vietnam’dan çekilmeye mecbur kaldı.
Benzer bir durum da Afganistan’da yaşandı. Ki, günün tarihi itibariyle bu yazının ana konusu budur.
«
Tarihte hiç esirlik-kölelik yaşamamış, sömürgeciliği hiç tatmamış olan Afganistan halkı, 1979 yılı sonlarında (24 Aralık’tan itibaren) koca Rus ordusunun işgaline mâzur kaldı.
Binlerce asker ve tonlarca savaş mühimmat, bu tarihten itibaren Rusya ile Kàbil Havalimanı arasında kurulan hava köprüsü üzerinden Afgan topraklarına indirildi.
O tarihte, dünyanın ikinci süper gücü sayılan Sovyet Rusya’nın her tarafa korku salan Kızıl Ordusu, on sene müddetle Afganistan’da oluk oluk kan akıttı.
Ancak, buna rağmen o fakir ve yoksul durumdaki halkı yenemedi. Onları teslim alamadı. Aksine, o coğrafyada o kızıl ejderin iflâhı kesildi, onun diş ve pençesi kırıldı.
Komünist Rus kuvveti, adeta bumerang gibi döndü, kendisini vurdu. Dünyanın en fakir bölgesinde, üstelik en iptidaî silâhlarla düşmana mukabele eden Afgan mücahitleri, dünya çapında şöhret kazanan Kızıl Ordunun hem prestijini kırdı, hem de “demir perde” ülkelerinde yıllardır yürürlükte olan komünist rejimlerin çöküşünü hızlandırmış oldu.
Bütün kuvvetiyle yüklendiği halde küçücük Afganistan’ı teslim alamayan koca Sovyet Rusyası, bu hadiseden sonra adım adım gerileme yaşayarak mukadder sona doğru eğilip bükülmeye, dahası kendi içinde kanlı çatışmalara doğru sürüklenmeye başladı.
Bu hadise de gösteriyor ki, yaşadığımız devirde kuvvet ve silâh gücü tek başına her şey demek değildir. Silâh zoruyla bir yeri yakıp yıkabilirsin, vurduğun yeri kan revan içinde bırakıp enkaza çevirebilirsin; ama, orayı teslim alarak kendi keyfine göre orada bir hayat kuramazsın.
Bu açık gerçek, dünün Amerikası ve Sovyet Rusyası için geçerli olduğu gibi, bugünkü İsrail için de aynen geçerlidir. Yerleşik Müslümanların kanını akıtıp evlerini-barklarını başına yıkan İsrail, işgal ettiği topraklar üzerinde huzurlu, güvenli bir hayat kuramaz. Daima tedirgin yaşamaya mahkûmdur. Günün birinde, onun kullanmış olduğu kanlı kuvvet-şiddet yöntemi, dönüp kendisini vuracak, muhtemelen benzer bir âkıbete düçâr olacaktır.
«
Kendi silâh gücüne dayanarak başka bir toprağı işgal etme hevesinde olan mütehakkim devletlerin bu hevesleri bir şekilde kursaklarında kalıyor. Zira, karşılarına hiç ummadıkları yerden ve hiç ummadıkları şekilde dirençli tepkiler oluşuyor, reaksiyoner klikler, gruplar çıkıyor. Bazen de, bir zalime karşı harekete geçen başka bir zalim, çatışma bölgesinde dengenin bozulmasına razı olmadığı veya kendi menfaatine aykırı bulduğu için, yaşanan gelişmelere bir şekilde müdahil oluyor.
Netice itibariyle, son seksen yıllık tarih süreci içinde yaşanan çatışmaların hemen hiçbirinde toplumların ”kök sınırlar”ı değişmedi. Kısmî işgaller olduysa da, bunlar BM’de kabul görmediği için resmiyet kazanmadı.
Dolayısıyla, bir coğrafya parçası üzerinde yaşayan kadim topluluklar, kendi iradeleri dışındaki rejimlere ve yapılanmalara razı olmadığı gibi, hariçteki işgal ve istilâcı güçlerin idaresine de boyun eğmeye gelemiyor. Halk, kendi huzur ve güveni için ecnebi aktörleri değil, yönetimde de yine kendi insanını tercih ediyor. Zira, şu medenî çağda huzur ve barışın başka türlü sağlanamayacının idrakine varmış bulunuyor.