Her sancı, yeni bir doğumun habercisidir. Doğumların çoğu müjdelidir. Fıtrî doğumlar, aynı zamanda sağlıklı, sevindirici, memnuniyet vericidir.
Bununla beraber, ne yazık ki erken doğumlar, sakat ve hatta ölü doğumlar da olabiliyor. Bunlar da haliyle üzücü, can sıkıcı, hatta bazen kahredici oluyor.
Üzücü olan şu ikinci doğumların müsebbibi, yine insanın kendisidir. Kendi hataları, kusurları, tedbirsizliği ve sû-i istimâlleridir.
*
Kâinatta işleyen bir kanun vardır: Önce bir sancı yaşanır, bir fırtına eser, bir külfet olur; ardından sükûnet yaşanır, rahmet iner ve bir nîmet gelir. Onun içindir ki denilmiş: “Nimetler külfetler mukabilindedir.”
Kezâ, aynı kanun tâbi olarak, mevsimler değişir. Misâl: Soğuk kış mevsiminde kar-buz olur. Ağaçların suyu çekilir. Nebatat ve hayvanatın dörtte üçü vefat eder. Zemin beyaz kefenini giyer. Bahar yağmurları iner; şiddetli fırtınalar eser. Tohumlar etrafa saçılır. Ardından, toprağa can gelir. Zemin bereketlenir. Yeryüzü gülistana döner.
Tabiri caizse, kış mevsimi ve bahar fırtınaları bir sancı gibidir. Sancılanmaların şiddetlenmesiyle birlikte, dört yüz bin çeşit hayvan ve bitki türü için hayat şartları hazır hale gelir. Hemen ardından neşv û nemâ başlar. Yeni doğumlar, sayısız yeni yeni dirilişler, her sene tazelenen haşir ve neşrin bir nevî nümunesi, yahut provası gibi olur.
Evet, her bahar, bize o büyük haşrin nümunesini gösteriyor, bizim aklımıza yeniden dirilişin mümkün olduğu dersini veriyor. Tabiî, yaz-bahar mevsimlerine bu mâna ile bakıp, her sene hiçten, yoktan varoluşun hikmetini tefekkür edene…
*
Sancılanmanın mahiyetini ve hikmetli neticelerini, dar daireden başlayıp geniş daireye doğru giderek düşünmek daha istifadeli bir yöntem olur.
Anne karnında dokuz ayını tamamlayan bebeğin sebebiyet verdiği heyecanlı sancılar nasıl doğumun yaklaştığının habercisi ise, ferdin kendi iç dünyasında hissettiği türlü gerilim de yeni bir doğuşun sancısını andırır. Bunun mahiyet ve hikmetini bilmeyen insan, bazen gereksiz yere evhama düşer, strese girer, kendi kendine sıkıntıya sokar. Sıkıntı ziyadeleşip hadden aşarsa, tıpkı ölü doğum gibi sakatlıklar meydana gelir. Kişi, sinir harbi geçirebilir ve tedaviye muhtaç bir duruma düşebilir.
Oysa, onun o iç sıkıntısı, hakikatte kendisi için hayırlara vesile olacak yeni bir dirilişin habercisidir.
*
Sancılanmanın dairesini adım adım genişlettiğimizde, karşımıza sırasıyla aile, toplum, devlet, dünya ve insanlık âlemi çıkıyor.
Şüphesiz, aynı kanun bütün bu dairelerde de geçerli. Ne var ki, sabırsızlık, tedirginlik, kuruntu ve şimdilerde “algı operasyonu” denilen dehşetli propaganda ve kasıtlı yönlendirme vahşeti sebebiyle, bütün o dairelerde zaman zaman panik ataklar, sendromlar, yahut ağır travmalar yaşanabiliyor. Hatta, İsveç, Norveç, Avusturalya ve bilhassa ABD gibi zengin ülkelerde, travmatik kayıplar sebebiyle iş seri intiharlara kadar gidebiliyor.
Meselâ: Mortgage intiharları gibi. Kezâ, sıklıkla kazan kaldıran Fransız ve Yunan toplumları gibi. Aynı şekilde, özellikle Latin Amerika’daki yağmalama vakaları gibi.
Tabiî, bizde de meselâ Maraş-Hatay depremi esnasında, âdeta “toplu cinnet halleri” gibi yüz kızartıcı bazı hırsızlık-soygunculuk vakaları yaşanmadı değil. Nitekim, tesbit edilen bazı şahıslar âdeta linç edildiler.
*
Deprem, zahirî-fizikî sebepler itibariyle, yer altındaki sancılar ve gerilimler neticesinde vukua geliyor. Depremden sonra, bu kez insanlarda şiddetli bir sıkıntı-stres hali yaşanıyor. Oysa, bu yıkıcı sarsıntıların da hikmetli neticeleri bilinirse, hiç olmazsa manevî yönden büyük sıkıntılar yaşanmaz.
Her şeyde olduğu gibi, zeminin sarsıntılarına karşı da önce tedbir alınmalı, sonra tevekkül edilmeli ve nihayet umumun neticesi olarak olup bitenlere hikmetli bir tefekkür nazarıyla bakmak lazım geliyor. Meselâ, depremin acı yüzü ile beraber, sağlam zeminde yapılan nizamî evlere ve nefes alan zeminlerde açılan “deprem çiçekleri”ne bakmak gibi…