Bir buçuk asırlık Kıbrıs meselemiz yine gündemde. İsviçre’de çetin görüşmeler yapılıyor.
Bu görüşmelere, KKTC ve Kıbrıs Rum heyetleri ile garantör ülke konumundaki Türkiye ve İngiltere’nin yanı sıra ayrıca AB temsilcisi de katılıyor...
Ümit edelim ki, her iki taraf için hayırlı ve adâletli adımlar atılsın.
Biz bu vesile ile, “günün tarihi” sadedinde, Kıbrıs Adası yönetiminin, tam da 1 Temmuz 1878’de Osmanlı’dan alınarak Birleşik Krallığa devredilmesinden itibaren yaşananları özetlemeye çalışalım. İnşaallah, bunun da bir faydası olur..
Sinsî “İngiliz Siyaseti”
Tarih boyunca Türklerin, Osmanlıların ve umum Müslüman kavimlerin İngilizlere yardımı olmuş, yahut faydası dokunmuştur. Ancak, İngilizler bunun tam tersini yapagelmişlerdir.
Müslüman devletlerin çoğu, İngiltere'ye hep "dost ülke" nazarıyla bakmışlardır. İngiltere (veya Birleşik Krallık) ise, yine bunun tam tersini yaparak, İslâm âlemini hep "düşman blok" olarak görmüş ve öyle de göstermeye çalışmıştır.
Bu gerçeğin bir ifadesi şudur: İslâm coğrafyasını her fırsatta işgal eden ve yaklaşık 200 sene müddetle Müslüman ülkelerin çoğunu sömürgeleştiren devletlerin başında İngiltere geliyor... Evet, Müslümanların onlara hiçbir zararı dokunmamasına rağmen, İngilizlerin İslâma olan bu kaskatı düşmanlığının sebebi nedir ve niçin bu daimî düşmanlık?.. Bir yandan bu önemli suâlin cevabını düşünürken, bir yandan da bugünkü asıl konumuz olan "Kıbrıs'ın işgali" sürecine kısa bir nazar gezdirelim.
Tarih, 1 Temmuz 1878
Evet, tam da bu tarihte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyeti Osmanlılarda kalmak üzere, yönetimi–güya muvakkaten–Birleşik Krallığa devredildi.
İşin bu noktaya gelmesinin sebebi şudur: Tarih kayıtlarına "93 Harbi" diye de geçen Osmanlı-Rus Harbi (1877-78) esnasında, Osmanlı Devleti, tarihinin en büyük mağlûbiyetini yaşadı: "Küçük Kıyâmet" diye de adlandırılan bu çetin savaş sebebiyle, Çarlık Rusya'sı, gerek Kafkaslarda ve gerekse Balkanlardaki Osmanlı topraklarını işgal etti. Bu topraklardan Anadolu'ya tarihin en büyük muhacereti yaşandı.
Keza, toprak kaybının yanı sıra, sayıları yüz binleri bulan insan kaybı meydana geldi. Balkanları aşan Rus orduları, Trakya'yı da geçerek Edirne'yi işgal etti ve ilerlemeyi sürdürerek tâ Yeşilköy'e kadar geldi.
Burada yapılan Ayastefanos Antlaşmasıyla, Rus kuvvetleri durdurulmaya çalışıldı. (3 Mart 1878)
Ne var ki, bu antlaşmanın şartları çok ağırdı. Genç Padişah Sultan II. Abdülhamid, yapılan antlaşmayı içine sindiremedi. Bu handikaptan kurtulmak için, Avrupa devletleri nezdinde yeni bazı girişimlerde bulundu... Çabalar işe yaradı ve neticede Berlin'de yeni bir antlaşmanın yapılması için, Almanya ve İngiltere ikna edildi. Rusya da bu yeni durumu kabul etmeye mecbur kaldı.
13 Temmuz'da imzalanan ve Ayastefanos Antlaşması’nın şartlarını kısmen hafifletip Osmanlı lehine çeviren bu antlaşma öncesinde ise, İngiltere, Osmanlı devleti nezdinde birtakım girişimlerde bulundu ve bazı şartları ileri sürdü. İşte, ileri sürülen bu şartların en ağır olanı Kıbrıs Adası’nın istenmesiydi.
İngiltere, adanın mülkiyeti Osmanlı'da kalmak üzere, buranın yönetimine talip oldu. Talipliğin ötesinde, Osmanlı hükümetine şu dayatmada bulundu: Kıbrıs'ı vermezseniz, size değil Rusya'ya yardım ederiz. Böylelikle, Batum, Kars ve Ardahan'a ilâveten, bilhassa Ermenilerin meskûn olduğu yeni bazı vilayetleri de kaybetmek durumunda kalırsınız.
Osmanlı hükümeti, asırlarca dost elini uzattığı İngiltere'nin bu dayatmasına boyun eğmek ve isteklerini kabul etmek durumunda kaldı. Kıbrıs'ın idaresini İngiltere'ye verdi. Adayı işgal eden İngilizler, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte, Kıbrıs'ın toprak mülkiyetini de ilhak etti.
İbre nasıl değişti?
Kıbrıs'ta tâ 1878'de inisiyatifi ele geçiren ve bilâhare burayı resmen işgal eden İngiltere, her vesileyle koruyup kolladığı Rumlar'la bir müddet sonra anlaşmazlığa düştü. Aralarındaki sıkıntıların artması sebebiyle, İngiltere, 1950'li yılların ortalarında adadan çekilme sinyalleri verdi.
Bu ise, Türkiye ile Yunanistan'ın karşı karşıya gelmesi demekti. Fırsatı ganimet bilen Yunanistan, adanın tamamına göz diktiği için, Kıbrıs'ı ilhak (ENOSİS) etmek istiyordu... Rumların nüfus yoğunluğunu da gerekçe gösteren Yunanistan, konuyu BM'nin Genel Kurulu’na kadar taşıdı.
Türkiye'nin takip ettiği yol ise farklıydı. DP hükümeti, meseleye ciddiyetle eğildi ve Kıbrıs'ta yaşanan ihtilâfların öncelikle ilgili ülkeler (Türkiye, Yunanistan, İngiltere) nezdinde yapılacak diplomatik görüşmeler yoluyla bir esasa bağlanmasını istiyordu.
1954'te yaptığı girişimlerden bir netice alamayan Yunanistan, aynı meseleyi 1957'de tekrar BM'ye götürdü. BM Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler neticesinde, Yunanistan'ın tezi kesin sûrette red edildi. Böylelikle, Türkiye'nin eli daha da güçlenmiş oldu. Mesele dönüp dolaştı ve NATO'nun da gündemine geldi.
Üyesi olan her iki ülkeye de arabuluculuk teklifinde bulundu. Tabiî, yine BM'nin bilgisi ve kontrolü dahilinde olmak üzere...
Neticede, Türkiye ve Yunanistan'ın dışişleri bakanları 18 Aralık 1958'de Paris'te yapılan bir NATO toplantısı vesilesiyle biraraya gelerek, yeni bir müzakere sürecini başlatmış oldular. Bunu takip eden süreçte ise, ileriye doğru bir adım daha atıldı ve iki ülkenin başbakanları biraraya geldi.
Şubat 1959’da Zürih’te buluşarak Kıbrıs’ın devletler arası hukukî statüsünü belirleyen Türkiye ve Yunanistan'ın hükümet başkanları, hemen ardından bu durumu sağlama almak maksadıyla Londra'da yeni bir toplantı yapma kararına vardılar.
Başbakan Menderes'in bindiği uçağın yere çakıldığı bu seferki görüşmede ise, masaya İngiltere temsilcisi ile Kıbrıs'taki Türk ve Rum cemaatlerinin liderleri de dâvet edildi.
İşte, en büyük diplomatik zafer, bu toplantı esnasında kazanıldı. Türkiye için garantörlük, ittifak, yardım, asker bulundurma, gerektiğinde müdahale etme hakkı tanıyan bu antlaşma, halen uluslar arası hukukî geçerliliği olan dayanakların başında geliyor... Şimdilerde İsviçre’de yapılan görüşmelerde Türkiye’nin en büyük kozu yine bu garantörlük hakkıdır.
@salihoglulatif:
İttihatçılar (1908-18) ile Naziler (1935-45) de
Seçimle iktidar oldular. Ama seçimle gitmediler.
10 yılda (I. ve II. Dünya Harbi) herşeyi mahvettiler.