Nur Külliyatının muhtelif bahislerinde şu risâle isimleri geçiyor: İşarât-ı Kur’âniye Risâlesi ve Hurufât-ı Kur’âniye Risâlesi.
Birincisi ile kast edilen risâle, bilhassa bu zamana ağırlıklı şekilde işaret eden 33 Kur’ân âyetinin tefsir edildiği Birinci Şuâ’dır.
İkincisi ile kast edilen eser ise, makam itibariyle 29. Mektub’un içinde yer alan Rumuzât-ı Samedaniye Risâlesi ki, bir ismi de Hurufât-ı Kur’âniye Risâlesi’dir.
★
Kur’ân-ı Azimüşşân, her yönüyle mu’cize bir kitaptır. Ondan bir kelime çıkarıp ekleyemezsin. Aynı şekilde, bir tek harfi dahi çıkarıp ekleyemezsin. Öyle ki, içinde zikredilen başta lafzâ-i celâl olmak üzere, hemen bütün esmâ-i İlâhiye, hatta Muhammed (asm) ism-i mübareki dahi birbiriyle irtibatlı, yani tevâfukludur. Aynı sayfada, karşı sayfada, yahut sâir sayfalarda birbirine bakıyorlar veya birbiriyle münasebetdar bir vaziyet içindedirler.
Bunların mühim bir kısmını Tevâfuklu Kur’ân, yahut Mu’cizeli Kur’ân diye de isimlendiren Mushaf-ı Şerif’e bakılarak görülebilir.
Bilvesile, şu bilgileri de hatırlatmış olalım: Kur’ân’daki âyetlerin yekûnu 6666’dır. Ne var ki, bazıları buna itiraz ile başka türlü rakamları telaffuz ederler. Oysa, bazı âyetler var ki, iki veya üç ayet mesabesindedir. Bir misâl: Türkçe’deki noktalı virgülden (;) önceki ve sonraki kısım gibi. Aslında iki cümleden müteşekkil olan bir ifade, noktalı virgül ile tek cümle halinde de yazılabiliyor. Onun gibi veya daha başka bir tarz ile yapılan mûcizane ifadeler, birden fazla âyetin meâl ve mânasını ihtiva edebiliyor.
İşte, bunlar nazar-ı itibara alındığında, âyetlerinin yekûnu 6666’yı buluyor.
Âyet sayısı gibi, harflerin sayısı da bellidir. Kastamonu Lâhikası’nda da zikredildiği gibi, “Kur’ân’ın üç yüz bin altı yüz
yirmi harfi” var.
Şüphesiz, bu rakamlar dahi lâlettâyin değildir. Bunun da kendine göre bir hikmetli ifadesi ve tevâfuklu bir manası vardır.
★
Hurufât-ı Kur’âniye ile bağlantılı bir başka eser “Nun-u Nâ’budun Risâlesi”dir. Yani, Fatiha’da okunan “İyyakena’budu” daki “Nun” harfinin manasına dair yazılan risâle.
Bu risâlenin bir suâl-cevap faslında aşağıdaki ifadeler yer alıyor:
“Namazda Fatiha’yı okurken (Nâ’budu... ve Nesteîn...)’deki (Nûn)’un bir mu’cizesini bana bildirmek için bir suâl kalbime geldi: Neden (Nâ’budu... ve Nesteîn...), yani, “Ben ibadet ve istiane ederim” denilmedi; nun-u mütekellim-i maalgayr ile, yani, “Biz Sana ibadet ve istiane ederiz” demiş?
“Birden, o ‘nun’ kapısıyla bir seyahat-i hayaliye meydanı açıldı. Namazdaki cemaatin azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu’cize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm.”
“...(Nâ’budu... ve Nesteîn...) Bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı: Gördüm ki, âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi (İyyake nâ’budu... ve iyyake nesteîn...) deyip, her biri umum namına hem dua, hem dava, hem tasdik eder, hem şefaatçi yapar.”
Bu bahsin geniş bir izâhı On Beşinci Şua olan Elhüccetüzzehra Risalesi’nde var. Arzu edenler oraya bakarak, “ben” yerine telaffuz edilen “biz” tâbirinin, ibadet eden fertten başlayarak, daire daire nasıl genişleyerek bütün beşeriyet, bütün mahlukat ve hatta bütün kâinatı nasıl ihata ettiğini oradan okuyup mütalaa edebilirler.