Meclis Başkanlık Kürsüsü önünde “namaz” ve “Beyannâme” ile ilgili olarak M. Kemal ile Said Nursî arasında geçen tartışmanın şahitlerinden biri de Siverek mebusu Yüzbaşı Abdülgani Ensarî’dir.
Ensarî Bey (1885-1974), 1973’te kendisini ziyaret eden Bediüzzaman’ın Talebelerinden Abdülkadir Badıllı’ya hasta haliyle anlattıkları, dolayısıyla bize de yazılı ve şifahî olarak nakledilen sözleri aşağıdaki gibidir:
“Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’dan Ankara’ya geldikten bir müddet sonra, mebusları namaza dâvet etti. Bir Beyannâme yazıp (22 Kasım 1922’de) neşretmişti. Bu mevzuda Mustafa Kemal ile münakaşaları esnasında ben hazır idim. Kemal Paşa’nın hiddetli bağırmasına karşı, Bediüzzaman da şiddetli ve hiddetli bir şekilde bağırarak, ona karşı namazı ve İslâmın şeâirini müdafaa etti.
“Münakaşanın tam ortasında, yani ikisi karşılıklı sert konuşurlarken, Sultan Abdülhamid’in meşhûr müezzini Hafız Hüseyin Efendi Meclis mescidinde (Mağrib namazı için) ‘Allahu Ekber Allahû Ekber’ diye Ezan-ı Muhammedî’ye başlar başlamaz, Bediüzzaman, o şiddetli münakaşayı dakikasında bırakarak, namaz yerine koştu.
“Paşalar, kumandanlar ve meb’uslar Mustafa Kemal Paşa’nın karşısında değil sertçe konuşmak, belki bazıları titrerken; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ise, bir çocuğu azarlar gibi onu azarlardı.” (Bkz: Bediüzzaman Said Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı.)
Eşref Edib’in anlattıkları
Yakın tarihimizin bir çok safhasını gören, bilen, araştırıp yazıya döken Eşref Edib Fergan’ın (1882-1971) anlattıkları da, buraya kadar naklettiklerimizi aynen doğrulayıp daha da kuvvetlendirecek mahiyette.
Eşref Edib’in 1950’li yıllarda neşrettiği “Risâle-i Nur Müellifi Bediüzzâman Said Nur: Hayatı, Eserleri, Mesleği” isimli eserinde, M. Kemal ile Said Nursî’nin Ankara’daki görüşme ve tartışmalarına dair şunları naklediyor:
“Üstad Bediüzzaman, nihayet Ankara’nın dâvetine icabet etti. Ankara’da (9 Kasım 1922’de) büyük tezahüratla karşılandı.
“Biraz sonra, vatan ve millet işleriyle meşgul olan mebûsların ibadette kusur etmemeleri, Allah’a karşı rabt-ı kalb etmeleri hakkında bir Beyannâme neşretti.
Bir gün (25 Kasım) Riyaset Divanı’nda Mustafa Kemal ile fikir teatisinde bulunduğu sırada, Mustafa Kemal, Üstad’a dedi ki: ‘Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizin yüksek fikirlerinizden istifade için sizi çağırdık. Geldiniz. Fakat, siz namazdan işe başladınız. Bu, ferdî bir vazifedir. Kimsenin vicdanına müdahale edilemez.’
“Üstad cevap verdi: ‘Evet, öyledir. Amma, Allah’a karşı vazifesini yapmayan bir ferdin, millet vazifesini hakkıyla göreceğine de ben inanmam. Münferid kaldıkça, herkes vicdanıyla başbaşadır. Amma, müçtemî olunca, vazife de içtimaîleşir. Milletin dinine, milletvekili fiilen uymak ve itaat etmekle mükelleftir. Yoksa, millet dinini muhafazada kusur eder, celâdet ve şehamet gösteremez.
“Bir ferd, bilhassa milletvekili olan bir ferd sıdk ile, hulûs-ı kalb ile Allah’a ibadet etmezse, kula tapmaktan onu koruyacak ne vardır? Allah’a ibadet, kalplere şehamet verir. İnsanları insanlara tapmaktan alıkoyar.
“İşte bunun için, insanın insana tapmaması için, milletvekillerinin herhangi bir insana kul-köle olup milletin mukadderatını idarede zaaf ve kusur göstermemesi için Allah’a ibadet etmelerini, ferâiz-i İlâhiyyeyi ifâ etmelerini lüzumlu görüyorum.’
“Bunun üzerine, Mustafa Kemal, Üstad’ı okşuyor ve şunu diyor: ‘Hocam, güzel söylüyorsun. Ben de temenni ederim ki, her milletvekili Allah’a karşı da, millete karşı da vazifesini yapsın.’”