Devlet, kanunlar manzumesi içinde hareket eder. Vatandaş ne yaparsa yapsın, devlet yine de hissî davranamaz, kanun dairesinin dışına çıkamaz.
Öfke hali ise, kanun ve nizamın hiçe sayılarak hareket edilmesi manasını taşır. Bu ise, devlete yakışmadığı gibi, devleti idare eden sorumlu kişilere yakışmaz.
Şayet, bir öfke eseri olarak devlet adına bir hareket, bir inisiyatif söz konusu olursa, hataya-yanlışa düşmek kaçınılmaz olur. Hata ve günahlar ise elbette ki başa ve reis konumunda olanlara verilir.
Evet, “Hatalar başa verilir” kaidesince, ordu adına, yahut devlet adına işlenen hata ve günahlar da başa verilir. Tâ ki, vukûâ gelen hata nisbeti binden bire insin. Aksi durumda ise, bir hata çoğaltılarak binlerce insana mal edilmiş olur.
Aynen şu ifadelerde anlatıldığı gibi: “Müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir; menfîler, tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü, bir şeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. O şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyla olur, mahvolur-bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mesul olurlar.” 1
*
Devlet millet için var. Devletin başındakiler de milletin hizmetkâdır. Millete böbürlenemez, halka dönüp tepeden bakamaz. Zira, millet devletin esiri, kölesi değil; gerçek sahibidir, efendisidir.
İdareciler gelir, gider; millet ise, ilânihaye hayatına devam eder. Millet, aynı zamanda devletin öfkesinden, keyfî zulmünden, adâletsizliğinden emin olmalı. Doğrusu budur. Dahası, insanın huzur ve saadetini merkeze alan medenî dünyadaki durum da ekseriyetle böyledir. Hem Doğu’da, hem Batı’da bunun örneklerine bizzat şahit olduk.
İşte, hakikat-i hâl bu merkezde iken, devleti yönetenler, ele geçirdikleri devletin kuvvetini vatandaşa karşı öfke ile kullanamaz. Kanun dışı hareket edemez. Keyfi şekilde zulümkârlık yapamaz.
Şayet yaparsa ve zulümkârlıkta sınır tanımaz derecede ileri giderse, o takdirde kendi vatandaşını kendine ve rejime düşman hâle getirmiş olur. Vatandaşın düşmanlık hissi, zamanla onu isyana sevk eder. İsyan noktasına gelinmesi durumunda ise, haricî düşmanların iştahını açıp onların müdahalesine sebebiyet verir.
Neticede, içerideki gayr-ı memnunlar, hariçteki müdahaleye hevesli cereyanlarla dirsek temasına geçerek, ülke dahilinde kaotik ortama zemin hazırlar. Aynen Libya’da, Irak’ta, Suriye’de olduğu gibi.
*
1930’lar Türkiye’sinde de benzer bir ihtimal ortaya çıkar. Zamanın hükûmeti zalimdir, gaddardır, hatta İslâmiyet düşmanıdır.
Bediüzzaman Said Nursî’ye, o tarihlerde haricî devletlerin eliyle içeriye müdahale edilerek, ya savaş hali, ya da bir siyasî darbe ile hükûmet değişikliğine gidilmesi durumuna nasıl baktığı sorulur.
Üstad Bediüzzaman, bu suâle karşılık olarak, bazı akılların anlamakta müskilât çektiği şu cevabı verir: “Biz ferec ve ferah ve sürûr ve fütuhat isteriz; fakat, kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.” 2
Dipnotlar:
1- Şualar, 14. Şua.
2- Lem’alar, 16. Lem’a.