Müslümanın en önemli vazifelerinden birisi, belki de birincisi “izzet-i İslamiyeyi” yani dininin ve imanının izzet ve şerefini korumak, İslamiyet’i ulvî ve mahbup göstermektir.
Her mü’min hayatı ile dinini temsil etmelidir. Özellikle dini temsil makamında olanların buna daha fazla dikkat etmesi lazımdır. Dinin izzet ve şerefini koruyan gerçekte kendisinin izzet-i nefsini ve şerefini de korumuş olur. Biz Müslümanlar dinimiz sayesinde izzet ve şerefe kavuşmuş, değerli insanlar olmuşuzdur. Bize şeref kazandıran imanımız ve dinimizdir.
Yüce Allah biz mü’minlere “Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir konuya geçinceye kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olur, onlara benzersiniz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayacaktır” buyurarak dinin izzetini korumayı emreder. Şayet onlara susturucu cevabınız yoksa ve cevap veremeyecek durumda iseniz veya sizi dinlemeyeceklerini biliyorsanız onların yanında durmamak gerektiğini ders verir. Yoksa dinin izzetini korumamış oluruz. Bu da mü’minlere yakışmaz.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra fedâ etmez. Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir” demiş ve daima hakkı müdafaa etmiştir. Bu sebeple pek çok zulme, eza ve cefaya uğramıştır. Zira hakkı müdafaa etmek kolay değildir. Büyük bedel ister. Bu bedeli ödeyemeyenler hakkın müdafaasını yapamazlar.
Mü’minlerin kâfirlere ve münafıklara benzememeleri için hak ve hakikatin tenkit edildiği, Allah’ın dini ve Peygamberin ahlâkı ile alay edildiği yerlerde bulunmamaları gerekir. Yoksa onlara benzemiş olur. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle düzeltin, gücünüz yetmiyorsa dilinizle düzeltmeye çalışın, buna da gücünüz yetmezse kalben buğzedin ve onlardan uzaklaşın” buyurur. Bu sebeple Allah’ın ayetlerinin ve dininin, Peygamberin (asm) sünnetinin alaya alındığı ve tenkit edildiği yerde bulunanlar dini müdafaa edemeyecek durumda ise oradan ayrılmaları Kur’ân’ın emri ile vacip kılınmıştır.
Her mü’min her gün hayat-ı içtimaiyenin çeşitli yerlerinde bulunmak durumundadır. Bulunduğu yerlerde imanın gereği dinin izzetini korumakla mükelleftir. Bu kendisine izzet ve şeref kazandırır. Hayatı ile, davranışları ve münasebetleri ile İslam ahlâkını göstererek Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi “İslamiyet’i mahbub/sevimli ve ulvî/yüce, değerli göstermek” durumundadır. Bunun için Bediüzzaman “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler” buyurur.
Günümüzde Müslümanların çok söz yerine İslâm ahlâkı ile yaşayarak İslâm’a hizmet etmeleri lazımdır. Atalarımız “Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir” demişlerdir.