Üstad Bediüzzaman’ın, yeryüzünde başını sokacağı bir evi olmadığı gibi Nurların telifi, tashihi ve neşri için şöyle geniş, ferah bir mekânı da olmadı.
Daha doğrusu o, bizim bir zaruret olarak gördüğümüz; ev sahibi olmak, dershane sahibi olmak gibi ihtiyaçları zaruret olarak görmedi. Bunun için de böyle şeyleri önemsemedi.
İstese idi Nur hizmetlerinin daha kolay, daha rahat bir şekilde yapılması için, daha geniş, daha ferahlı bir dershaneye sahip olamaz mıydı?
Öyle anlaşılıyor ki Üstad Bediüzzaman, iman-Kur’ân hizmetleri açısından dershaneleri nihayetinde asıl amaç değil birer araç mesabesinde gördüğünden; mesaisini, himmetini ve gayretini öncelikli olarak dershane inşaatlarına değil; doğrudan, asıl olan iman ve Kur’ân hakikatlerinin telif ve neşrine sarfetti.
Barla’da iki odalı bir köy evini; hem mülkiyeti kendisine ait olmayan geçici bir evi olarak, hem gelen misafirlere misafirhane olarak hem de Nurların telifi ve neşri için kullandı, Üstad Bediüzzaman.
Dershane mekânları olarak bazen dere, çay kenarlarını; bazen yüksek dağ başlarındaki ormanlıkları; bazen haşmetli çınar ağaçlarının dalları arasını, bazen de polis karakollarını, mahkeme salonlarını, hatta hapishanelerin karanlık kuytu köşelerini tercih etmek zorunda bırakıldı Üstad Bediüzzaman.
Akılalmaz bu mahrumiyetlere ve ilâve olarak; yapılan baskılara, tazyiklere ve keyfî yasaklara rağmen bir avuç talebesiyle beraber iman-Kur’ân hizmetlerinde âdeta destanlar yazdı.
Hiçbir mâniye takılmadan sesini bütün dünyaya duyurdu o eşsiz kahraman.
“... karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.” diye feryat ederek öncelikle o korkunç yangını söndürmeye koşan bir din kahramanının elbette ders mekânının derdine düşmesi beklenemezdi.
“... bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş, ötekiler kaybetmişler.”, “Eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir.”, “... her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor.” tespitlerinde bulunan Bediüzzaman’ın; “... yüz elimiz de olsa ancak Nura kafi gelir” şeklindeki ifadelerinden de anlıyoruz ki, insanların manevi hayatını ciddî manada tehdit eden tehlikelere karşı, hâdimler olarak bütün gayretimizi, himmetimizi doğrudan iman-Kur’ân hizmetlerine teksif etmeliyiz.
Üstad Bediüzzaman’ın: “Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır.”1 tavsiyesinden anlıyoruz ki külliyeler değil; küçücük dershaneleri açmak bizi aslî hizmetlerden alıkoyamayacağı gibi ihtiyaçlarımıza da kâfidir.
İlle de geniş külliye şeklindeki dershanelere ihtiyaç varsa, buraların içini boş bırakmayıp, yapacağımız kudsî hizmetlerimizle birer câzibe mekânlarına getirebiliyorsak ve bunların vücuda gelmesi aslî hizmetlerimize mâni olmuyorsa, elbette bu gibi ferahlı mekanlar olabilir.
Dipnot:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 445.