Geçen gün trafikteyim. Bir sürücü önümde bir türlü ilerlemiyor.
Acaba yaşlı veya hanım sürücü mü diye düşündüm. Yaşlılar refleksleri azaldığı, hareket kabiliyetleri kısıtlandığı için yavaş gidebiliyorlar. Normaldir. Yaşlılarımız baştacı. Hanımlar da genelde ‘temkinli’ sürücüler. Kolay kolay şerit değiştirmiyorlar. Hızlı gitmiyorlar. Çok güzel. Fakat bazen şerit değiştirmemek ya da yavaş gitmek trafiğin akışını bozuyor. Mesela bir seferinde tek yön, çift şeritli bir yolda iki hanım sürücü yan yana gelmişler. Yolu tıkamışlar. Arka konvoy. Önleri boş. Fakat onlar aheste aheste gidiyorlar. İlk kavşağa kadar konvoy gittik. Artık konvoyun birini ‘düğün alayı’ diğerini de ‘cenaze alayı’ ‘tatbikatı’ gibi düşündük.
Neyse gelelim bizim önümüzdeki sürücüye. Sollayıp geçerken baktım. Ne yaşlı ne de hanım sürücü. Orta yaşlı bir genç. Direksiyonun tablasının ortasına cep telefonunu koymuş şakır şakır ‘mesaj’ yazıyor. Önce kendi kendime kızdım tabi… Sonra da ona hak verdim. Çünkü araç kullanırken telefonu eline almak veya konuşmak suç; direksiyon tablasının üzerine koyup mesaj yazmak suç değil ki… Adam haklı!..
Sohbet arasında bir arkadaşım: “Yahu bu gençlere hayret ediyorum. Bir araya geldiklerinde iki kelime bulup konuşamıyorlar. Ayrı yerde olduklarında saatlerce mesajlaşıyorlar” dedi. Ben de kafelerin önünden geçerken dikkat ettim. Gençler genelde bu yoruma uyuyordu. Masada karşılıklı oturmalarına rağmen konuşmayıp ellerindeki cep telefonlarıyla habire mesajlaşıyorlardı.
Fakat genç olsun yetişkin olsun insanlarımız pek okumayı sevmiyordu. Bir ara Cuma günleri; biri kısa diğeri uzun, beğendiğim yazıları arkadaşlarıma gönderip bu arada Cuma günlerini de tebrik etmiş oluyordum. Sonra bu uygulamadan vazgeçtim. Çünkü fakülte mezunu arkadaşlarım bile yazıların uzunluğundan şikâyet etmeye başladılar. Bir sayfa yazı bile artık uzun geliyordu. Bahaneleri de yeterli zamanlarının olmamasıydı. Çok yoğunlardı.
Haydi, gençleri ders çalışmaları için çok zorluyorduk. Belki okumaktan bıkıyorlardı. Ya da okullarda abur cubur bir sürü bilgi öğretip; mesela coğrafya dersinde belki de ömrü boyunca gidip görmeyeceği Amerika’nın dağlarını, nehirlerini, ovalarını ezberletip kendi yaşadığı şehrin ana caddelerini veya resmi binalarının nerede olduklarını bile öğretmiyorduk.
Peki, bu yetişkinlerin okumaya zamanları niye yoktu? Sonunda bunun sebebini de keşfettim!.. Erkeklerimizin ‘futbol sevdası’ vardı. Futbol maçı doksan dakikaydı ama oynanan maçın yorumları doksan saati buluyordu. Bir araya geldiklerinde “Vay efendim filan futbolcu şöyle oynasaydı, böyle olurdu. Hakem yanlış karar vermeseydi ‘gol’ sayılırdı” nev’inden saatlerce muhabbetler ediliyordu. Zaman kısıtlaması yoktu. Yoğunlukları da birdenbire kayboluyordu.
Hanımların ise ‘dizi’leri vardı. Ehh!… bunca yoğun iş ve ev işlerinin sonunda onların da kafa dinlendirmeye ihtiyaçları vardı. Televizyon dizileri de herkesin ulaşabildiği eğlenceleriydi. Diziler de akşamın ilk vakti ‘eski’ bölümün tekrarı, ‘yeni’ bölüm, gelecek bölümün ‘fragman’ı derken aralara sıkıştırılan ‘reklamlar’la birlikte gece yarısını buluyordu. Beş, altı saatlik böyle bir ‘aktivite’ sonucunda onlar da okumaya fırsat bulamıyorlardı.
Bu gidişle önümüzdeki yıllarda eğer okunacak kitap basılırsa fotoğraf ya da resim altı bir iki satır yazı şeklinde tanzim edilmeliydi ki alıcı bulabilsin!.. Neyse ki Nur talebeleri ‘Risale-i Nur’ üniversitesinden ancak vefat ettiklerinde ‘mezun’ oldukları için okumaya devam ediyorlardı. Yoksa ‘mesaj kültürü’ toplumu hızla kuşatmaya devam ediyordu.