Yine bir pazar heyecanındayız.
Bu ortamlarda hem bireysel olgunluk, hem sağlıklı sosyal ilişkiler, hem de ilim kazanıyoruz. Bu bize, önce kendimizle, sonra Yaratıcımızla ve sonra da varlık âlemiyle barışık yaşamaya katkı sağlıyor. Bediüzzaman Vakfı’nda her hafta, kendimizi yeni yeni konularla iç içe buluyoruz. Ve ilginç olan, buradaki eğitimcilerimize biz “abi” diyoruz. Bu, büyük bir yakınlık ifadesi, bizi çok mutlu ediyor.
Bu haftaki konu misafirimiz eğitimci yazar Sebahattin Yaşar idi. Konusu da yine ilginçti. Risale-i Nur’da alışmak ve ülfet hastalığı. Okumalara geçmeden önce konu ile ilgili onlarca soru oluşturuldu. Mesela alışkanlık ne demek, alışkanlıklarımız nelerdir, onları ne kadar tanıyoruz, olumlu/olumsuz alışkanlıklarımız nelerdir gibi pek çok soru gündeme geldi.
Gerçekten alışkanlık ne demek hiç merak ettiniz mi? Çok da merak edilmez alışkanlıklar. Çünkü zaten sorgulanmaz onlar, alışılmıştır. Alışkanlıklar, önceleri arada sırada yapılan daha sonra rutin haline gelen fiili davranışlardır. Mesela bir kişinin her gün doğru düzgün bir şekilde ibadetlerini yerine getirmesi kişinin güzel alışkanlık kazandığını gösterir. Alışkanlıklar, olumlu ve olumsuz iki yönlüdür. Hangisine ilgi gösteriyorsak ona göre üzerimizde ahlak oluşur. Zikir, şükür, tevekkül, ibadetler, okumak, gezmek, yardım etmek gibi hamd edebileceğimiz olumlu alışkanlıklar olduğu gibi, ibadetleri ihmal etmek, okumamak gibi olumsuz alışkanlıklar da vardır. Hayatımız bu iki davranış arasında geçmektedir.
Mesnevi-i Nuriye’den ülfet konusunu okundu. Ülfetin alışma, kaynaşma anlamı olduğu gibi, sıradanlaşma, üzerindeki manaları okuyamama, körelme anlamlarına da dikkat çekti. Hatta bir müddet sonra, biliyorum zannettiği şeyi ilim olarak görmeye başlama süreci ifade edildi.
Ayrıca ülfetin, sathi nazarı yani yüzeysel bakışı doğurduğu, derinleşmeyi, tahkik etmeyi önlediği paylaşıldı.
Şöyle örnekler verildi: Süleymaniye camisine gittiğiniz zaman, insanların gurup gurup hayranlıkla caminin mimari özelliklerine baktığını görürsünüz. Burada mimar Sinan konuşulur. Sebebi de ortada muhteşem bir sanat eseri vardır. İnsanların, Süleymaniye camisinin ne kadar güzel ve sanatlı yapıldığını görünce Mimar Sinan’a olan hayranlıkları bir kat daha artar. İlim, hayranlığı arttırır. Ama aynı insanlar bu muhteşem camiden dışarı çıkınca, daha yüksek bir hayranlıkla gökyüzüne, yeryüzüne, tabiattaki varlık âlemine bakmıyor. Bir kuşu, bir böceği, bir bitkiyi bu gözle tefekkür etmiyor. İşte bu kişinin ülfeti dolayısıyladır.
Ağaç kabuğu üzerinde çalışan yüzlerce alan profesörleri vardır. Burada ilim olduğu anlaşılır. Ama biz kabuğa bakarken, ‘kabuk’ der geçeriz. Biliyorum zannederiz. Bu, ülfettir. Alışmaktır. Oysa ilim, ülfeti yırtar. Onun için, okumaya alışmak, ülfeti dağıtır.
Dersimiz içerisinde, deniz kenarında seyreden insanların rüzgârla oluşan dev dalgalara hayret edip, Allah’ın varlığını onunla anlaması ve yorumlaması, ama denizin derinliklerindeki acayip mahlûkatı tanınmaması, bilmemesi, onlarla Allah’ın varlığını öğrenmemesi garip değil midir? Diyerek, Risale Nur’dan harika misali hatırladık.