Günümüz maddeci (tabiatçı) düşüncelerinde yaratılış olayı ele alınırken bir de tabiatın yaratıcılığından ve irade sahibi mevkiine konulan tabiat kanunlarından söz edilmektedir.
İslâm dışı inançlarda yaratılış olayının kaynağı olarak görülmek istenen tabiat mefhumunun asıl mahiyetinin ne olduğu konusunda Bediüzzaman Said Nursî’nin tesbitleri bize yol göstermektedir. Onun açıklamasına göre, tabiat bizzat yaratılmış bir varlık olarak ele alınmalıdır. Tabiat, kanun koyucu bir iradeye sahip olmadığı gibi herhangi bir tesir ve icat kabiliyetine de sahip değildir. Bediüzzaman, tabiat, kuvvet ve kanunun mahiyeti hakkında sorulan bir soruya şu cevabı vermektedir:
“Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının ef’alini intizam ve rabt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlâhiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, ‘sünnetullah’ ve ‘tabiat’ ile müsemmadır. Hilkat-i kâinatta câri olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir. Kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın yeknesak istimrarına istinaden vehim, hayal tasallut ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu’ ve tecessüm edip mevcud-u harici ve hayalden hakikat suretine girmiştir. Hayali, hakikat suretinde gören, gösteren, nüfusun istidat-ı şüresinden, fail-i müessir suretini takmıştır. Hâlbuki kör, şuursuz tabiat, kat’iyen kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sırf nefy-i Sâni farazından çıkan bir ıztırar ile veleh-resan-ı efkâr olan kudret-i ezeliyenin asar-ı bahiresinin tabiattan suduru tahayyül edilmiş.
“Hâlbuki tabiat misali bir matbaadır, tabi’ değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fail değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nazım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”1
Buna göre tabiat, Allah’ın koyduğu kanunların bütünü ve özeti olmaktadır. Tabiatta gördüğümüz kuvvetler ve kanunlar her biri şeriatın birer hükmü ve meselesidir. Bu bakımdan bunları tabiata veya tesadüf gibi şeylere vermenin imkân ve ihtimali yoktur. Tabiata böyle bir isnatta bulunmak, yalnızca Allah’ı inkâr arzusuyla açıklanabilir. Allah’ın eserlerinin, tabiattan çıktığını kabul etmek mümkün değildir. Bu haliyle tabiat, Allah’ın bir kanunu olabilir. Tabiatı kısaca şöyle tarif edebiliriz:
“Tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir san’at olabilir, sâni olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz. Mistardır, masdar olamaz[…]
[…]ve madem her şeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.”2
Bu ifadeler, tabiatın kendiliğinden yaratıcılığın söz konusu olamayacağını, tabiatın da bir irade ile yapılmış kanunlar bütünü olduğunu izah ve ispat etmektedir. Dolayısıyla tabiat kendisi kanundur; kanun yapacak iradeye ve yaptığı kanunu icra edecek kudrete sahip değildir. Tabiatın üzerinde başka bir iradenin hükmü, kanun şeklinde tecelli etmektedir. Böyle bir kanunun koyucusu ise, insanın ve tabiatın üstünde ilim ve kudrete sahip ve mutlak bir iradeye sahip olmalıdır. Böyle bir iradenin sahibi ise ancak Allah’tır.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 270-271.
2- Lem’alar, s. 305-306.