Kâinatı yoktan var eden ve varlığından haberdar eden zat, elbette ki, kendi sanatını ve kudretini göstermek ve takdir ettirmek üzere yarattıkları içinden kendisine bir muhatap seçecektir.
Allah (cc) şu büyük kâinat kitabını ve içindeki sayısız türdeki varlıkların yaratıcısıdır. Bu sayısız varlıklar içerisinde âlemlerin yaratıcısının muhatabı olabilmek ne büyük bir şereftir. Hâlık’ımıza, en yüksek huzura muhatap olacak şahısta diğerlerine göre en üstün vasıflar bulunmalıdır. Muhatap olacak şahısta aranılacak özellikler nelerdir?
“Madem şu kâinatın Hâlık’ı, her nevide bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi halk edip, o nevin medar-ı fahri ve kemâli yapar. Elbette, esmasındaki İsm-i A’zam tecellîsiyle, bütün kâinata nispeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halk edecek. Esmasında bir İsm-i A’zam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemâlâtı o fertte cem edip kendine medar-ı nazar edecek.
“O fert, herhâlde zîhayattan olacaktır. Çünkü envâ-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve herhâlde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü zîhayatın envıı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhâlde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhâlde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin [insanlığın] beşten [şimdi dörtten] birisini saltanat-ı maneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı maneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstad-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidayet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”1
Kâinatın Sultanına muhatap elbette “Kâinatın Efendisi” olacaktır. Çünkü o âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların ve cinlerin yaratılma sebebi de ancak Allah’a îman ve ibâdettir.2 Peki, Rabbimizi bize tanıtan tarif ediciler yok mudur? “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitab-ı kâinattır; birisi şu kitab-ı kebîrin ayet-i kübrası olan Hatemü’l-Enbiya’dır (asm); biri de Kur’ân-ı Azîmüşşan’dır.”3
Şimdi, şu ikinci konuşan bürhan olan Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed Mustafa’yı (asm) tanımalıyız, dinlemeliyiz.
İnsanlık, Hz. Âdem’den (as) bu yana kafileler hâlinde bu dünya misafirhanesine gelmekte, burada bir süre kaldıktan sonra başka yere gitmektedir. Bediüzzaman bu durumu “İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”4 sözleriyle dile getirmektedir.
Hakikaten, insanlar şu dünyada birer misafir değil midir? Misafir ise, geçici olduğunu bilir, bulunduğu yerde yerleşmeye çalışmaz. Getirmediği şeyi götürmeye uğraşmaz.
“Benî Âdem, büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celb etti. ‘Şu garip ve acip mahlûklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?’ diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükümeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı: Hikmet:
‘Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?’
Bu soruya, beniâdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî (asm), nev-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:
“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandır- maktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azîmüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”5
Kâinatın Efendisi ve Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber Efendimizin (asm) hayatını anlatmak, tarihçiler için her zaman farklı bir sevinç kaynağı olmuştur. Çünkü onun hayatını anlatmak, o döneme ve o eşsiz zata ait güzellikler silsilesini tekrar yâd etme imkânını vermektedir. Bununla, o dönemi yeniden yaşama duygusu yaşanıyor. Diğer yandan, insanların önüne eşsiz bir örnek sunmuş oluyorsunuz ve diğer insanların da bu duyguları yaşamasına vesile oluyorsunuz.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 517-518.
2- Zâriyat Suresi; 56.
3- Sözler, s. 370.
4- Mesnevî-i Nuriye, s. 353.
5- İşârâtü’l-İ’caz, s. 28-29.