Son birkaç yüzyıldır bu kavramların pençesinde kıvranan İslam dünyası fotoğrafına son yıllarda kanlı iç savaşlar da eklendi. Kurt gövdenin içinde. İçten içe kendi kendini kemiren İslâm toplumları –bir kıyamet kopmadan- manevi buhranlarla sarsılan, maddi gelişimini maneviyatla taçlandırmak isteyen Batı’ya bu haliyle yol gösterecek olgunluğa ve donanıma sahip midir? Bu sorunun cevabı hiç şüphesiz bizim Müslümanca tavırlarımızın görünür olmasıyla yakından ilgilidir.
Kanaat etmeyen, hırs ile hep daha fazlasını isteyen, haddini aşarak özünü unutan, kendinden uzaklaşan, ifrat ve tefrit mertebelerinde dolaşan insan potansiyel bir yozlaştırıcıdır. İnsana özgü bu özellik kurumsal bir nitelik kazandığında toplum da her alanda yozlaşır. Bugün her alanda yaşadığımız daralmaların özünde bu vardır. Yeni bir insan, toplum ve medeniyet inşa edecek tecrübe ve değerleri yozlaştırmak, kendini inkar etmek, kendini tanımamak…
Bu durumda soru şudur: Günümüz İslam toplumları hayat tarzlarıyla, sosyal olaylara yaklaşım biçimleriyle nerede durmaktadırlar? İslâmî prensip ve değerler bağlamında mı hareket etmektedirler; yoksa farklı bir algılama biçimiyle konjonktürel mi hareket etmektedirler? Ne yazık ki, faydacı bir yaklaşımla hareket etmek, bu yaklaşımla inanç değerlerini dahi ötelemek bariz bir özelliğimiz olmuştur. Bu özelliğimizle eşikte kalmaktan öteye gidemediğimizi söylemek gerekir.
Özü itibariyle İslâm bir hayat tarzı değil midir? Müslüman aldatmayan ve aldanmayandır. Mütevazilik, kanaatkârlık, israftan uzak durmak, haramı haram, helali helal bilmek Müslümanların belirgin özelliğidir. Adalet, muhabbet, uhuvvet Müslüman’la özdeşleştirilen kavramlardır. Müslüman adalet-zulüm, muhabbet-adavet, hürriyet-esaret karşılaşmasında eşikte durmayandır. Böyle değil midir? İslam dünyasında bu kavramlar ışığında fert ve toplum olarak hayatın birçok noktasında ortaya koyduğumuz yanlışlıklar silsilesi bu algıyı küresel anlamda değiştirmeye yetmiştir ne yazık ki. Eşikteki halimizle İslam dünyası dışındakilere İslam ile ilgili söylediğimiz bir çok söz ya havada kalmakta ya da silikleşmektedir. Şöyle ki:
Heva ve heveslerinin esiri olmuş, kuvve-i şeheviyesinin ifrat mertebelerinde at koşturan bu coğrafyadaki insan ya da toplum tipinin, aydınlanma- modernleşme-çağdaşlaşma kandırmacasıyla mesh-i maneviye duçar olmuş başka toplumların yarasına merhem sürmesi beklenemez.
Kuran’ın en temel esaslarını kavrayamamış, tevhid hakikatinden uzaklaşmış, evrensel bir barışın temelini oluşturacak Nübüvvet anlayışının üzerini çizmiş, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmış, adaletten uzaklaşmış bir dünya yeni bir dünyayı müjdeleyebilir mi?
Teorik olarak dünyayı sarsan maddi ve manevi buhranlardan çıkış yolu İslam’dır. Ancak bu teorik İslâm değil, bizzat hayata aktarılan, yaşanan ve böylece örnek olarak gösterilen İslâm’dır. Her alanda yaşadığımız geri kalmışlığın sebepleri bizim hayat tarzımızda, mensubu olmakla övündüğümüz dinimizin hakikatlerini anlamakta saklıdır. Yapılması gereken İslâmiyet’e lâyık doğrulara sahip çıkmak ve doğru İslâm’ı yaşayarak göstermektir. O zaman dünyanın muhtemel gelecek teorileri için konuşan Marksçı, Hegelci görüşler karşısında “İslâm” konuşmaya başlayacaktır.
İnsanlık düşe kalka, yana yakıla, tecrübe ede ede Asr-ı Saadet hakikatlerine koşmaktadır. İnsanlığın vicdanı bu hakikatleri bulacak kabiliyettedir. İslam dünyası olarak yardımcı olmasak da, eşikten öylece bakıp kalsak da…