Düştükleri üst lige tekrar çıkma başarısını kazanan bazı futbol kulüplerinin kullandıkları, zaten o ligde olduklarını, kendilerine “misafir” muamelesi yapılmaması gerektiğini ifade eden bir slogan: “Yeni gelmedik, geri geldik!”
Hayat da futbol gibi… Sevinçler, hüzünler, hiç bitmesini istemediğiniz coşkular…
Canınızı yakan penaltılar, haksız kırmızı kartlar… Toplum psikolojisinin türlü türlü hallerine şahit olunan, ferdî varlığın, akıl ve duyguların yerini sürü psikolojisinin cazibesine bıraktığı tribünler… Bizzat hayatın kendisini sergiler durur.
Ülkemizdeki mülteci tartışmasını zaman zaman bu slogan eşliğinde düşünürüm.
“Araplaştık!” feryadının arkasında yatan derin psikolojinin elbette tahlile ihtiyacı var.
Fakat kim bunlar? Suriye’de yaşanan kanlı bir iç savaşın neticesinde hayatın acımasızca kırmızı kartını gös-terdiği Suriyeliler kim? Hemen mülteci deyiverdik. Ne çabuk öteki yapıverdik. Onlar yaban’dı, yabancıydı...
İsimleri yok muydu, bizler gibi hayal kuramazlar mıydı, duyguları yok muydu, insan değiller miydi, insanca bir hayatı hak etmemişler miydi? Tamam da, koskoca dünyada gidecek yerleri mi yoktu da bizi rahatsız etmişlerdi. Mülteciler, sığınmacılar, Suriyeliler…
Tarihine, kendi kültür ve irfanına yabancı büyütülmek ne acı! Oysa onlar bizdi, biz onlardık…
Büyük bir bir’in “bir bir bir”leriydik, ittihad etmiş “elif ”lerdik. Karagöz oyununu bilirsiniz. Birlikte yaşayabilmenin olmazsa olmaz diyebileceğimiz değerlerini keşfedebilenlerin ancak imparatorluk olabileceğini hissettiren bu oyunun tipleri, farklı sosyal ve ekonomik statülerine rağmen bir arada yaşayabilmeyi becerebilen büyük bir aileyi temsil eder. Osmanlılık şemsiyesi altında çeşitli milletleri temsil eden; Yahudi, Rum, Ermeni, Arap, Kürt, Acem, Arnavut, Muhacir vb. tipler karakteristik özellikleri ile bu oyunda yer alırken topluma da şu mesajı vermekteydi: “Biz farklılıklarımıza rağmen bir’iz, birlikteyiz, hep birlikte mutluyuz.”
Bu aileyi dağıtan tribün psikolojisi, tüm değerlerimizi alt üst ediverdi. Fransız İhtilali sonrası tüm dünyaya atılan milliyetçilik tohumlarını, kan ve gözyaşı olarak biçmeye devam ediyoruz. Bediüzzaman’ın “İlk asırların toplam vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu” diyerek vahşetinin büyüklüğüne dikkat çektiği iki dünya savaşıyla hayattan koparılan yüz milyonlar ve tribünlere dayatılan “ulus devlet” sloganıyla değiştirilen coğrafyalar…
Yine aynı süreçte, materyalizmin yeni bir din haline getirilerek insanlığın manevi buhranlara sürüklenmesi, ebedî hayatların mahvedilmesi…
Allah’la bağımız kopartıldı. Bir’i ifade eden değerlerimizi kaybedince her şeyimizi kaybettik. Galiba oryantalist Massignon’un bizler için söylediği; “Onların her şeyini mahvettik. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar.
Anarşinin ya da intiharın eşiğindeler.” dediği onulmaz hastalık gerçekleşti. Suriyeliler mülteci,
Araplar tümüyle hain, bir zamanların sadık tebaası olan Ermeniler ebedî düşman, Kürtler bölücü… İlk mecliste; “Napolyon’u değil, Selahaddin Eyyubî’yi örnek alın” nasihatini reddedip, “çağdaşlık” adına tercihini Napolyon yönünde kullananların beynimize, ruhumuza zerk ettiği ulus devletçilikle birlikte tüm inanç dünyamızı altüst eden, dinsizliği rejim olarak uygulayan bir laiklik yaklaşımı bizi herkese düşman ediverdi, kendimize bile.
Suriyeliler… Oysa onlar buradaydılar, bizimleydiler. Şam, Bağdat, Yemen, Semerkant, Üsküp, Buhara ve Filistin... Masallarımızın, şiirlerimizin, bin türlü hikayelerimizin ve gurbet türkülerimizin şehirleriydi. Abdülhamid’in döşediği raylarla Hicaz yollarına düşer, onun yaptırdığı kapalı çarşıdan aldığımız Şam’ın şekerini Anadolu’da dualarla ikram ederdik. Şimdilerde başkasına hayat hakkı tanımamayı vatanperverlik sananların doldurduğu tribünlerden yükselen “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” çığlıkları eşliğinde bağırıp duruyoruz. “Suriyeliler evine, mülteciler dışarı!”
Bediüzzaman, bize bazen şer gözüken hadiselerden hayır doğabileceğini öğretir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası dağılmış bir imparatorluk fotoğrafının kendisine gösterildiği Rüyada Bir Hitabe’sinde “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar.” der.
Bir asır önce zaten bizimle olanlar kaderin bir cilvesiyle yine bize gelmişler, kader o kapıları tekrar bize açtırmış. Kim bilir, bu sayede hakikî milliyetimiz olan İslâmiyet’i tahattur eder, Müminliğin davetine icabet eder; dayanışma, paylaşma, uhuvvet ve muhabbet gibi değerleri hatırlarız. Yine kim bilir, belki de ulus devlet denilen, bizi bizden koparan anlayışı da böylece terk edip kendimize döneriz.
Kim bilir, belki böylece bir kalp birliğiyle birlikte İttihad-ı İslâm da gerçekleşir, kocaman bir aile oluruz.
(Genç Yorum dergisi, Ağustos 2024 sayısından alınmıştır.)