Risale-i Nur Enstitüsü olarak “İslâm Dünyasının Gelecek Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye” başlıklı kongre için 2011 yılında Şam’daydık.
İslam âlemini orta çağ karanlığında bırakan hastalıkları teşhis eden ve çağını aşan yaklaşımıyla çözüm önerileri ile günümüze ışık tutan Hutbe-i Şamiye’nin yüzüncü yılıydı. Kutlular Ağabeyin Emeviye Camii’nde, Suriyeli kardeşlerimizin şaşkın bakışları arasında Hutbe-i Şamiye’den pasajlar okuması sembolik de olsa çok kıymetliydi. Zira Şam Hutbesi, yalnız İslâm toplumlarının hastalıklarına çare sunmuyor, irad edildiği coğrafyaları da aşarak tüm insanlığın barış ve huzur içinde yaşayabileceği bir medeniyet projesi öneriyordu ve biz de Üstad’ımızın hutbesini irad ettiği aynı noktada yüz sene sonra İslâm âleminin kurtuluş reçetesini ihtiva eden bu projeyi tekrar seslendiriyorduk. Fakat bu proje bir türlü hayata geçemedi, geçirtilmedi. “Altı saatte Şam’da namaz kılarız” diyerek Suriye’nin kana bulanmasında rol oynayan derin stratejik akılların kulakları çınlasın, varsa vicdanları sızlasın!
Arap Baharı diye estirilen fırtınanın son durağı olan Suriye de o günlerde oldukça sıkıntılıydı. Bir şeylerin olacağı rahatlıkla seziliyordu. Yine de Şam sokaklarında kendi evimizdeymiş gibi rahatça dolaşmış, Şark’ın sevgili sultanı Selâhaddin Eyyubî ile mazlum padişah Vahdeddin’in kabirleriyle birlikte ecdad yadigârlarını aynı şehirde ziyaret etme imkânı bulmuştuk. Aslında bu bile ne çok şey anlatıyordu. “Bir”lerin coğrafyasında, birliğimize, beraberliğimize, kardeşlik ve muhabbetimize işaret eden o kadar çok şey vardı ki… Kardeş topraklara gidiyoruz rahatlığıyla resmî kurumlardan izin alma gereği duymadan düzenlediğimiz kongre süresince, üç gün boyunca Muhaberat tarafından takip edildiğimizi, Dışişleri Bakanlığı’nın devreye girerek bize referans olduğunu sonradan öğrendik.
Şam’a nur saçmaya gitmiş nuranî bir topluluğun bile şüpheyle izlendiğini gösteren bu küçük hadise bile; Bediüzzaman’ın Şam Hutbesi’nde sunduğu müjdelerin gerçekleşmesine vesile olacak, ümit, sıdk, muhabbet, uhuvvet, birlik ve beraberlik, dayanışma, hürriyet-i şer ’iye ve meşveret-i meşrua gibi temel değerleri harekete geçirecek sivil dinamiklerle devlet aklının nasıl farklı noktalarda olduğunu göstermesi bakımından kayda değerdir.
Neticede menfaat üzerine şekillenen küresel aklın esiri olan ve devlet aklını temsil eden dinamiklerin tasallutuyla Hutbe-i Şamiye’de ortaya konulan çözüm önerileri bir türlü hayata geçirilemedi ve Suriye İslâm’ın diğer mamur beldeleri gibi kana bulandı. Ömer bin Abdulazizlerin, Halid bin Velidlerin, Selahaddin Eyyubîlerin diyarı tarumar oldu. Baas rejiminin son temsilcisi Esad’ın zulmünden kaçan milyonlarca Suriyeli ülkemize misafir olurken bir semm-i katil olan ırkçılığın esiri olanların istiskaline maruz kaldılar. Ne acı bir imtihan Allah’ım!
Cihan hâkimiyeti sevdalılarının Suriye’de körüklediği iç savaştan kaçan, Esad rejimi tarafından hakkında verilen idam kararı sebebiyle ülkemize sığınanlardan biri de Suriye Diyanet İşleri Başkan Vekili ve Suriye’nin Haseki Müftüsü İbrahim Nakşibendî idi. Kendisini İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz “Kâbe Merkezli Bir Ortadoğu” panelinde konuşturmuştuk. Nakşibendî hepimizi vebal altında bırakan, hepimizin titremesini gerektirecek şu sözleri sarf etmişti: “Risale-i Nur, bütün İslâm dünyası için kurtuluş reçetesidir. Bediüzzaman’ın yolunu takip etmek, özellikle aklı ve gönlü nefsanî duygulardan uzak duran kişilerin işidir. Sizler Risale-i Nurları Arapçaya tercüme ederek Arap dünyasına tanıtmak yerine Arap âlimlerinin eserlerini Türkçeye çevirerek ülkenizde neşrettiniz ve bizleri Risale-i Nur’dan mahrum ettiniz.” Bilmem niye öyle oldu? Kim bilir, belki de daha önemli işlerimiz vardı.