Bediüzzaman’ın “iman hizmetinde benim arkadaşım ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşim” dediği ve Nur’un bir hâmîsi olarak nitelediği, İstanbul’un işgali sırasında Hutuvat-ı Sitte’nin basılmasında önemli rol oynayan, büyük dostluklarına rağmen siyaseten Bediüzzaman’dan istediği desteği bulamayan Eşref Edip’in eseri.
Kitabın ilk sayfasında Bediüzzaman Albümü’nün çizeri İsmail Özdemir’in el yazısı ile birlikte “Düzce” notu düşüldüğüne göre, kitap İsmail Özdemir tarafından babama hediye edilmiş olmalıydı. Babam 1970’li yılların başında ateşli bir Millî Selametçi olduğunu, Erbakan Hoca’dan cihad emrini beklediklerini, Nur talebesi olarak vefat eden rahmetli Hüseyin amcamla birlikte “Hoca daha neyi bekliyor?” diye hayıflandıklarını anlatırdı. Bu heyecanlı bekleyiş bir müddet sürer, ta ki babamın Düzce’nin kadim ve sadık Nurcuları vesilesiyle Risale-i Nurlarla tanışmasına kadar.
Bu hikâye yakın tarihimizin en önemli trajedilerini de içinde barındırır. İslâmî camianın siyaset sahnesindeki gelgitleri, irtica tartışmaları ışığında inançlara uygulanan baskıların doğurduğu ruh hâlleri ve muhafazakâr bir dünyanın siyaset karşısındaki tutumu bu hikâyede gizlidir. İnançların baskı altına alındığı, Müslümanca yaşama arzusunun neredeyse suç sayıldığı dönemlerde, İslâmî duyarlılığa sahip bir toplumu radikal bir hareket beklentisi içine sokan saiklerin neler olduğu sorusunun cevabı, din siyaset ve devlet ilişkilerinin doğru zeminlere oturtulabilmesi açısından bugün de son derece önemlidir.
Kara Kitap bir devrin ifşası niteliğinde. “Halkçı zihniyet ve ideoloji yıkılmadıkça Müslüman Türk milleti din hürriyetine asla kavuşamaz” gibi keskin bir üslup ve kesin bir hükümle başlayan eser, tek parti dönemi Halk Partisi’nin bu milletin mukaddesatına nasıl düşman kesildiğini örnekleriyle anlatıyor. “Biz her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dahilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz” gibi beyan ve emirlerle ülkede dinî neşriyatın nasıl yasaklandığı, milletin öz varlığına ve maneviyatına karşı nasıl savaş açıldığı, Kur’ân diliyle ezan okuyanların hapislere nasıl doldurulduğu, lâikliğin din aleyhtarlığı demokrasinin de diktatörlük olarak nasıl uygulandığı ve İslâmî olan her şeyin bu topraklardan nasıl ortadan kaldırılacağının planlarının anlatıldığı bu eser yalnızca yakın tarihe ışık tutmakla kalmıyor, bugün yaşananlara dair ipuçları sunuyor.
“Bugün kırk bin yobazın yuvalarını târumâr ettim” diye naralar atarak dinî müesseseleri kapattıklarını sevinçle duyuranların Müslüman milletimizin yüreğinde bıraktığı derin yara ve hafızasında bıraktığı nefret izleri, bugün kaotik hâle gelen siyasî yapıyı da şekillendirmeye devam ediyor. Çağdaşlık adı altında dinî kitapları toplayıp mezbelelerde yakan, “Allahu Ekber” diyenleri zindana tıkan, camilerdeki lafza-i celallere dahi tahammül edemeyip onların üzerini kazıyan, Meclis kürsüsünden “din zehirdir” diyecek kadar ileri giden, jandarma sürgüsüyle Kur’ân okuyanların üzerine saldıran ve Kur’ân’ın aslını ortadan kaldırmak gibi emelleri inkılâp adı altından hayata geçirerek maziyi ateşe veren bir zihniyet… Bediüzzaman’ın bu milletin Halk Partisi’ni neden iktidara getirmeyeceği tespitinin tarihî arkaplanında da Kara Kitap’la ortaya konulan bu zihniyet ve bu zihniyetin derin hafızada bıraktığı izler olmalı. Din karşıtlığı üzerinden siyaseten var olmanın mümkün olmadığının anlaşıldığı günümüz konjonktüründe, 28 Şubat’tan öteye taşıyamadığı helâlleşme çağrılarıyla “soft-Kemalizm” moduna geçtiğini ilân eden günümüz CHP’sinin Kara Kitap’ta gösterilen yaraları nasıl kapatabileceği kolayca cevaplanacak bir soru değildir.