Aylardır Türkiye’nin gündemini meşgul eden “asgarî ücret,” kanunen zorunlu olarak, çalışanlara ödenmesi gereken minimum yasal ücreti ifade ediyor.
Türkiye şartlarında nasıl bir ücretin çalışanlara yetebileceği, “iktisat-kanaat-bereket” gibi kendi inancına ait temel değerleri rafa kaldırmış bir toplumu hangi paranın memnun edeceği üzerinde düşünülmesi gereken bir soru olarak karşımızda dururken, önümüzdeki yıl için belirlenen asgarî ücretin çalışan kesimleri memnun etmediği, çeşitli tartışma platformlarında dile getirilmeye devam ediliyor ve Türkiye’nin önemli bir kısmının açlığa mahkûm edildiği yine çeşitli kesimlerce öne sürülüyor.
Sebebi ne olursa olsun ekonomik krizlerin de bir musibet olduğu konusunda sanırım hemfikir olabiliriz; hem de manevî değerleri de alt üst ederek yolsuzluğu, hırsızlığı, arsızlığı ve fuhşiyatı beraberinde getiren, sosyal anomiye yol açan tehlikeli bir musibet… Bu bağlamda, “Bu musibet başımıza niye geldi,” “Bu belâdan nasıl kurtulabiliriz ve en önemlisi bu musibetin tekrar etmemesi için nasıl bir ders çıkarmalıyız?” soruları, toplumun kendisiyle yüzleşebilmesi açısından son derece önemli olmalı.
Türkiye’de, bilhassa Başkanlık sistemi sonrasında ekonomi yönetiminin aldığı kararlar, faiz sarmalının doğurduğu sonuçlar karşısında yaşadığı krizler elbette birçok yönüyle değerlendirilebilir ve tartışılabilir. Ancak diğer sosyal ve siyasî olaylarda olduğu gibi yaşadığımız ekonomik krizler karşısında da nasıl bir tavır takınılacağı hususu, sanırım Risale-i Nur okuyucuları için cevabı belli olan bir sorudur. Osmanlının dağılması süreçlerinde yaşanan tüm sıkıntılara, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın doğurduğu sosyal ve iktisadî bunalımlara şahit olmuş olan Bediüzzaman, acaba büyük çoğunlukları açlıkla karşı karşıya bırakan maddî sıkıntılar karşısında nasıl bir tavır takınmıştı, talebelerine hangi tavsiyelerde bulunmuştu? Bu sorular eşliğinde Bediüzzaman’ın tavrı ve yazdıkları elbette bugün de bizler için yegâne pusula olmalıdır.
Ülkemizi de derinden etkileyen İkinci Dünya Savaşı şartlarında, üstelik İsmet İnönü’nün millî şef olarak tek söz sahibi olduğu siyasî ve sosyal ortamda Kastamonu Lahikası’nda “endişeli bir sual”e verilen cevap, yalnız o günün değil, tüm zamanlarda yaşanabilecek ekonomik bunalımlar karşısında bir müminin, hususan bir Nur talebesinin nasıl bir tavır takınması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bediüzzaman’ın cevabı, “iyiliği Allah’tan, fenalığı kendinden bilmek” şeklindeki bir inanç olgusunu hayat pratiği hâline getirebilmenin nefsî zorluğunu da adeta yüzümüze vuruyor.
Endişeli sualin özünde, açlığı netice veren bir kıtlığın ya da bugünkü yaklaşımla şiddetli bir ekonomik krizin ahirzaman fitnesinin bir parçası olduğu, geçim derdinin dinî hissiyatı ve hassasiyetleri ortadan kaldırdığı tespiti var. Devamında, açlık imtihanının eh-i iman ve masumlar için nasıl bir rahmet olabileceği ve kader-i İlâhî açısından da bu durumun nasıl adalet olabileceği sorusu… Cevap tam Bediüzzamanca. Ne kendisine de zulmeden bir yönetimi suçlama kolaycılığı, ne de küresel konjonktüre göre bir değerlendirme… Bir yüzleşme çağrısı ve kimliğimize uygun bir vazife tevdii…
İktisadî alanda gelen musibetlerin de öncelikle küfran-ı nimet, şükürsüzlük ve nimet-i İlâhiyenin kıymetini bilmemekten kaynaklandığını ifade eden Bediüzzaman, her alandaki şükürsüzlüğümüze karşı bu musibetin birçok yönüyle adalet olduğunu ifade ediyor. Bu tür musibetler karşısında Bediüzzaman, inananlara ve hakikat ehline, bilhassa Nur talebelerine de büyük bir sorumluluk tevdi ediyor. Bu musibeti pişmanlıkla Cenab-ı Hakk’a tekrar sığınma vesilesi yapmak ve bu musibetin dilenciliğe, hırsızlığa ve sosyal düzeni tarumar edecek bir anarşiliğe yol açmasına izin vermemek, hususan Risale-i Nur talebelerinin önünde önemli bir vazife olarak durmaya devam ediyor. Zenginleri zekâta teşvik etmek, nefsini rezil heveslerin peşinde esir eden gençleri hayrata ve taate sevk etmek, aleyhte gözüken geçim sıkıntısını maddî ve manevî hizmetlerle lehimize çevirmek… “Kader-i İlâhiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamak…”
E, hizmet dediğimiz de bu değil mi zaten?