İnsan en tehlikeli hayvandır. Öyle tanımlamalı artık, onca yaşanan şeyden sonra.
Hele, insaniyetin mahisi istibdadın kapısı bir açılmayıversin. Âlemin özü, kâinatın gözbebeği, eşref-i mahlukat namzedi… “Belhüm Adal”e masadak, ”a’lâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne” düşüverir. Sen “eşref-i mahlukatım” diye böbürlenedur, kim inanır artık sana, Sednaya’ya şahit olduktan sonra.
İnsan insanın etini nasıl kemirir, insan nasıl kendinin katili olur? İnsan mezbahasına dönüştürülen bir yerin bekçiliğine soyunana, masum bedenleri presleyen bir makinenin kolunu çekene nasıl insan denir? İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyet’in üssül esası olan “sıdk,” hayat çarşısından kovulmasın bir kere. Tanımlar değişir, iç dışa çevrilir. İnsan postuna bürünmüş ayılar, yılanlar, hınzırlar her şeye ve her yere musallat olarak özü ilim ve dua olan kemalat yolculuğunu durduruverirler. Ulvî seciyeler insanla birlikte gömülürken riyakârlık, tasannu, dalkavukluk ve bilumum nifak tohumları her tarafa saçılıverir. Şair “Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?” diye feryat ederken sen ektiğini biçersin.
“İnsan” aklına, havsalasına sığmayacak işkence görüntüleri… Pres makineleri, krematoryumlar, sıra sıra darağaçları, toplu mezarlar… Nasıl bir vicdan böyle bir fotoğrafın failleri arasında anılmak ister? Ölümün kurtuluş olarak görüldüğü bir yerde, nasıl bir insan ebediyen kalacağı bir cehennemin sözleşmesine insanlık dışı uygulamalarıyla imza atar? Kâinatın mayası, levlake’nin sırrı kaybolmayıversin, insana en çok yakışan muhabbetin nuru kalplerden silinmeyegörsün. İnsanın evvelâ kendi nefsinde inşa ettiği Sednayalar ruhunu esir alıverir. Sonra husumet baş tacı edilir ve “adavete muhabbet”le “ bir bir bir”lerin arasına derin setler çekilir. Tüm saadet ve terakkiyat yoları husumet çetelerince kesiliverir. Ezan seslerinin salâha ve felâha davet ettiği coğrafyalar kan ve gözyaşlarıyla yıkanırken sen, şaşkın şaşkın bakakalırsın.
Nasıl bir zihin, nasıl bir şuur, nasıl bir ruh hâli yerin kat kat altına inerek açtığı mezar hücrelerde hemcinsine, akla gelmeyecek yöntemlerle işkence eder? Sonu hüsranla biteceği muhakkak olan bir sonu bile bile nasıl bir menfaat, bu insanlık dışılığı korur, bu vahşete sahip çıkar? Hele “bünyanun mersus” bir sarsılmasın, ehl-i imanı birbirine bağlayan rabıtalar kopmayıversin. Sönmüş, pörsümüş ekinlere döner, savruluverirsin, türlü türlü şenaetlere seyirci kalarak.
Sednaya’nın uğursuz çukurlarına güneş doğar mı? Karanlık zindanların kapısında şaşkın bakışlarıyla insanlığa seslenen bir çocuk… Nasıl bir vicdan benim burada doğmama müsaade etti, hangi dünya tasavvurunuz beni buraya mahkum etti, hangi dünya düzeniniz istikbalime kast etti, hangi Müslümanlığınız buna göz yumdu? Nerede insanlığınız? Hele himmetler menfaat-i şahsiyeye evrilmesin, istibdat yadigârı hodgâmlık, menfaatperestlik, adamsendecilik, bananecilik sahaya inmesin, heva ve hevesin oyuncağı olunmasın. O zaman görürsün “derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete” nasıl düşülürmüş? O zaman anlarsın mesh-i manevînin hangi zindanları inşa ettiğini, hürriyetsizliğin bizi hangi çukurlara itelediğini. O zaman bilirsin “hak” denen kriterin paraya, güce, kuvvete göre nasıl imtiyaz kazandığını. O zaman anlarsın “Zalimler için yaşasın cehennem” haykırışının değerini. O zaman istersin imhal edip ihmal etmeyen bir Allah’ın varlığını ve o zaman inanırsın mutlak adaletin tecelli edeceği bir haşir sabahında uyanacağına, hep hab-ı gaflette kalsan da.