Mekânın sahibi Allah’tır, bizler emanetçiyiz; kudsî bir davanın erleriyiz.
Madde ve mana, varlık ve yokluk, dava ve bürhan arasında eşikte kalan insan için Risale-i Nur’un bize öğrettiği en temel öğretilerden biridir: “Mülk O’nundur.” Her şey O’na aittir ve Ondandır; dava da delil de, mekân da makam da. A’lâ-yı illiyyîn ve esfel-i safilîn arasındaki makamlar, mertebeler, dereceler ve derekeler arasında gelgitler yaşayan insan, dizginlerini kaptırdığı nefsinin tasallutuyla zaman zaman kendini her şeyin sahibi zannetse de, kendini malik görse de bizatihi insanın kendisi hem Mâlik, hem Kâdir olanın mülküdür ve onun mekânındadır.
Mahkeme duvarlarını süsleyen “Adalet mülkün temelidir” ifadesi, her şeyin, herkesin gerçek sahibi olan Kâdir-i Rahim’in her yerde ve her şeyde tecelli eden adaletine işaret eder. Denge, düzen, denklik, eşitlik ve mizan anlamlarıyla Allah’ın mülkü olan kâinattaki yerli yerindeliği, uyum ve ahengi ifade eden adalet, evvelâ kendi nefsimizde uygulamamız gereken bir olguyu ifade eder. İmansızlığın milyarların ebedî saadetini tehdit ettiği, her yeri kuşatan yangınların mana âlemlerimizi küle döndürdüğü, doğruluğun yere düştüğü, yalanın beşerin kemalatını karıştırdığı ahir zaman diliminde, inançsızlık okyanuslarında, kendi adaletsizliğimizle büyük balıklara yem olmuşsak “Ben gerçekten kendine zulmedenlerden oldum” diyerek her şeye gücü yetene, her şeye sözü ve hükmü geçene sığınmaktan başka çare var mıdır? Bu da âdil bir davranışın gereğidir ve İlâhî kaderin hükmüne boyun eğişin, tevazu ve mahviyet halinin tecellisidir.
“Ben gerçekten kendine zulmedenlerden oldum.” Nefsimi ben’in dizginlerine kaptırdığım için… Makinenin bir çarkı olarak kalmayı kendime yakıştıramadığım için… Cihanşümul bir davanın bensiz yürümeyeceğini düşündüğüm, bana ait olmayanın yalnız bana ait olduğunu düşündüğüm ve düşündürdüğüm için… Karınca azmiyle İbrahim ateşine su taşıyanlardan olabilmek varmış, öyle olamadığım ve kalamadığım için…. Dava da Allah’ındır, bürhan da. Zafer de ondandır hüsran da. Dilerse, mekânı da veren O’dur, makamı da. Erliğe de Nurculuğa da yakışan yalnızca sıdk, ihlâs, sadakat, sebat ve tesanüttür; aksi davaya da dava adamlığına da sadakatsizliktir.
“Bâkî hakikatler fânî şahsiyetler üzerine bina edilmez. Edilse hakikate zulümdür.” Şahıslar fânî, dava bâkîdir. Makam ve mevkiler geçici, hakikat ebedîdir. Hakikat “hak” olandır ve hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemelidir; ne fenaya, ne fânîye…
Mekânlar gibi makam ve mevkiler de fanidir. Dört kapı kırk makamdan sonra ulaşılabilen hakikat de her şeyin fena ve faniliğinin farkında olarak ezelî ve ebedî olana râm olmaktır. Ebedî olanın hazinesi büyük, rahmeti geniştir. Ezelî ve ebedî olanın rızası uğrunda hakkın erliği, tahdis-i nimettir. Ebedî iman davasının erliğinden gocunup salt paşalığa talip olmak küfran-ı nimettir. Paşalık şahs-ı manevînindir, biat şahs-ı manevîyeyedir. Cemaat ruhu ve aklı tüm parlak akılların ve benlerin asla ulaşamayacağı şuur ve zekâ ile bükülemeyen bir bileğe ve ele sahiptir; o el öpülesidir.
Evet, mekânların da ruhu vardır. Büyük davaların, yüce ideallerin ruhunun sindiği mekânlar… Mekânın ruhu incinirse davanın da ruhu incinir elbet. Onlarca isimsiz dava erlerinin ruhuyla bütünleşen, vediatullah olan mekânlara sahibiyet atfetmek ne acıdır. Bize düşen acz makamında bir niyazdır. “Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere sıdk ile girmemi sağla; çıkacağım yerden de sıdk ile çıkmamı sağla.”